YOLCULUKLARI
Şam Yolculuğu ve Rahip
Bahîra
Siyer kitabları Allah Resûlü’nün ilk
yolculuğunu amcası Ebu Talib’le ve henüz on iki yaşında iken yaptığını
naklederler. Bu yolculuk Şam’a yapılmaktadır. Kervan bir yerde konaklar; Allah
Resûlü de kervana gözcü olarak bırakılır. Diğerleri istirahata çekilmek üzere
bir hana yerleşirler. Bazılarının, yanlışlıkla “Buhayra” dedikleri rahip Bahîra,
gelmekte olan bu kervanı seyrederken dikkatini çeken bir hâdise olmuştur.
Kervanın üzerinde bir bulut vardır ve bulut, sürekli kervanı takip etmektedir.
Kervan durunca durmakta, yürüyünce de harekete geçmektedir. Bunun üzerine Bahîra
kervanda bulunan herkesi yemeğe da’vet eder. Daha önceleri kervanlarla hiç
ilgilenmeyen Bahîra’nın bu davranışı herkesi şaşırtmıştır. Efendimiz hariç
herkes bu da’vete icabet eder. Fakat rahip gelenler içinde aradığını
bulamamıştır. Bunun üzerine kervanın başında kimsenin kalıp kalmadığını sorar.
Aldığı cevab üzere O’nu da çağırtır. Daha O’nu görür görmez, hükmünü verir. Ve
Ebu Talib’e O’nun kim olduğunu sorar. “Oğlum” deyince de, Bahîra buna pek
inanmak istemez, zira, onun tesbitlerine göre bu O’dur. O’nun babası, henüz O
doğmadan vefat etmiş olmalıdır. Ve, daha sonra Ebu Talib’i bir kenara çekip, bu
yolculuktan vazgeçmesini tavsiye eder. Çünkü ona göre yahudiler haset
insanlardır. Bu çocuğun simasından O’nun son peygamber olduğunu anlayabilirler
ve kendilerinden olmadığı için de O’na bir kötülük düşünebilirler,
mülahazasıyla, Ebu Talib’e: “Sen bu yolculuktan vazgeç” der. Ebu Talib denileni
yapar.. bir mazeret bulup kervandan ayrılır ve Mekke’ye geri döner.19
Bahîra, hakikatı söylüyordu. Fakat
bilemediği bir husus vardı. O Allah (cc)’ın himayesindeydi ve O’nu hayatının
sonuna kadar Allah (cc) koruyacaktı ki, “ ” yani “Ey Habîbim! Allah seni (iç ve
dış mihrakların şerrinden) koruyup muhafaza edecektir.” (Maide, 5/67) âyeti de
bunu ifade etmektedir. Evet, Rabb’i, O’na böyle diyordu.. ve dediğini de yerine
getirecekti...
Şam’a İkinci
Seyahat
İki Cihan Serveri, ikinci seyahatını
da yirmi beş yaşlarında yapar. Bu defa da Hz. Hatice’nin gönderdiği kervanın
başındadır ve onunla iş ortaklığı yapmaktadır. Bu seyahatında da Bahîra ile
karşılaşır. Rahip iyice ihtiyarlamıştır. Allah Resûlü’nü görünce de bir hayli
sevinir. Zira o, hep böyle bir günü beklemişti. Allah Resûlü’ne: “Sen peygamber
olacaksın. Ah keşke senin nübüvvetini ilân ettiğin güne yetişebilsem,
yetişebilsem de ayakkabılarını taşısam ve sana hizmet edebilsem.” O, o günlere
yetişemedi; fakat bu kabûllenmenin, ona, ahirette çok şey kazandırdığı kesindi;
muhakkaktı.
Herkes O’nu Bekliyordu
O’nu bekleyen ve O’nu müjdeleyenlerin
sayısı sadece bir-iki kişiye münhasır değildi, bunlar çoktu ve Zeyd b. Amr da
bunlardan biridir. Aşere-yi mübeşşereden meşhur sahâbe Saîd b. Zeyd’in babası ve
Hz. Ömer’in amcası olan Zeyd, Hanîflerdendi. Bu zât, putlardan yüz çevirmiş ve
onların hiçbir fayda ve zarara muktedir olamayacaklarını haykırmış tulûa beş
dakika kala gurub edenlerden biriydi. Bunun da beşaretleri olmuştu ve en mühimi
de şu sözleriydi: “Ben bir din biliyorum ki onun gelmesi çok yakındır; gölgesi
başınızın üzerindedir. Fakat bilemiyorum ki ben o günlere yetişebilecek
miyim?”
Zeyd, bir esintiden müteessir olmuş
ve vicdanı hakka karşı tamamen uyanmış biriydi; bir olan Allah (cc)’a inanıyor
ve O’na teslimiyetini arzediyordu. Ancak ne inandığı Allah’a, “Allahım”
diyebiliyor, ne de O’na nasıl ibadet edeceğini bilebiliyordu.
Sahâbe-i Kiram’dan Âmir b. Rebî’a,
bize şunu naklediyor: “Zeyd b. Amr’dan işittim, birgün şöyle diyordu: ‘Ben Hz.
İsmail’in, sonra Abdülmuttalib’in soyundan gelecek bir nebî bekliyorum. O’na
yetişebileceğimi zannetmiyorum; ama îman ediyor, tasdik ediyor ve kabul ediyorum
ki, O, hak nebîdir. Eğer senin ömrün olur da O’na yetişirsen, benden O’na selâm
söyle! Sonra da, sana O’nun şemailinden haber vereyim de sakın şaşırma!’ dedi.
Ben de ‘buyur anlat’ dedim. Devam etti: ‘Orta boyludur. Ne çok uzun ne de çok
kısadır. Saçları tam düz de değildir, kıvırcık da değildir. İsmi Ahmed’dir.
Doğum yeri Mekke’dir. Peygamber olarak gönderileceği yer de burasıdır. Ancak
daha sonra kavmi, O’nun getirdikleri, onların hoşlarına gitmediğinden, O’nu
Mekke’den çıkaracaklardır. O Yesrib (Medine)’e hicret edecek ve getirdiği din
oradan yayılacaktır. Sakın ondan gafil olma! Ben diyar diyar dolaştım ve Hz.
İbrahim’in dinini aradım. Bütün konuştuğum yahudi ve hristiyan âlimleri bana,
(senin aradığın daha sonra gelecek) dediler ve hepsi de bana biraz evvel sana
anlattığım şeyleri anlattılar ve sözlerinin sonunu da şöyle bağladılar: O, son
peygamberdir ve O’ndan sonra da bir daha peygamber gelmeyecektir.’ ”
Âmir b. Rebî’a devam ediyor: “Gün
geldi ben de Müslüman oldum. Allah Resulü’ne, Zeyd’in dediklerini bir bir
anlattım. Selâmını söyleyince toparlandı ve Zeyd’in selâmını aldı. Ardından da
şöyle buyurdu: Ben Zeyd’i Cennet’te eteklerini sürüye sürüye yürürken gördüm.”
20
Varaka b. Nevfel bir hristiyan
âlimiydi ve Hz. Hatice’nin de akrabasıydı. Allah Resûlü’ne ilk vahiy gelmeye
başladığında, Hatice Validemiz (r.anha) durumun ne olduğunu öğrenmek için ona
gelmiş ve Varaka’dan şu cevabı almıştı: “Ya Hatice! O doğru sözlü bir insandır.
Gördüğü, nübüvvetin ilk başlangıcında görülmesi gerekenlerdir. O’na gelen
Namûs-u Ekber’dir. Hz. Musa’ya ve Hz. İsa (as)’ya da o gelmiştir. Yakın zamanda
O, peygamber olacaktır. Eğer o günlere yetişebilirsem, ben de O’na îman eder ve
mutlaka müzahir olurum.”21
Abdullah b. Selâm ise bir yahudi
âlimiydi. İslâm’a girişini bizzat kendisinden dinleyelim: “Allah Resûlü
Medine’ye hicret edince herkes gibi ben de görmeye gittim. Etrafında birçok
insan vardı. Ben içeriye girdiğimde mübarek dudaklarından şu sözler dökülüyordu:
“Önünüze gelene selâm verin ve yemek yedirin.” O’nun sözlerindeki büyüye ve
çehresindeki derinliğe vurulmuştum. Hemen orada şehadet getirip Müslüman oldum.
Çünkü O’nda gördüğüm sima ancak bir peygamberde olabilirdi.” 22
Abdullah b. Selâm (ra) mühim bir
şahsiyetti. İbn-i Hacer (ra), “İsâbe”de kaydettiğine göre, Hz. Yusuf’un
neslinden geliyordu23. İtibarlı bir insandı. O’nun şahitliği bizzat Kur’ân’da
tebcîl edilerek ve delil getirme sadedinde anlatılıyordu:
“De ki: Hiç düşündünüz mü; şayet bu,
Allah katından ise ve siz de O’nu inkâr etmişseniz, İsrailoğullarından bir şahit
de bunun benzerini görüp inandığı halde, siz yine de büyüklük taslamışsanız
(haksızlık etmiş olmaz mısınız?) Şüphesiz Allah zalimler topluluğunu doğru yola
iletmez” (Ahkâf, 46/10).
Âyette zikredilen Benî İsrailli
şahit, Abdullah b. Selâm’dır. Her ne kadar bazı müfessirler, bu sûrenin Mekkî
oluşunu nazara alarak zikredilen şahsın Hz. Musa (as) olacağını söylemişlerse
de, bu âyetin Medenî olduğu görüşü daha kuvvetlidir. Yani Ahkâf sûresi Mekkî
olmakla beraber sadece bu âyet Medenî’dir. Ve Abdullah b. Selâm’dan
bahsetmektedir.
Neden
İnanmadılar?
Aslında bütün yahudi ve hristiyanlar,
Allah Resûlü’nü bilip tanıyorlardı. Ama kin ve hasetleri inanmalarına mâni
oluyordu. Hem bu tanıma, o kadar kesin ve netti ki inanmak için sadece Allah
Resûlü’ne bir kere bakmaları yeterliydi. Zira onlar, Allah Resûlü’nü bütün şekil
ve şemailiyle tanıyorlardı. Kur’ân-ı Kerîm bu hakikata şöyle işaret
etmektedir:
“Kendilerine kitap verdiklerimiz,
O’nu öz oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. (Buna rağmen) onlardan bir grup,
bile bile gerçeği gizler.” (Bakara, 2/146). Âyette, bizzat Allah Resûlü’nün ismi
zikredilmeyip de “O’nu” denmesi işaret ediyor ki, ehl-i kitap bütünüyle, son
gelecek peygamber kastedilerek “O” dendiğinde hep Tevrat ve İncil’de adı geçen
Zât’ı anlıyorlardı. O da, hiç şüphesiz ki, Hz. Muhammed Aleyhisselâmdı. Ve O’nu
öz evlatlarından daha iyi tanıyorlardı.
Hz. Ömer (ra), Abdullah b. Selâm’a
sorar:
-Allah Resûlü’nü öz evladın gibi
tanıyor muydun?
Cevap verir:
-Öz evladımdan daha iyi
tanıyordum.
Hz. Ömer, ikinci defa “Nasıl?” diye
sorunca da şu cevabı verir: “Evladım hakkında şüphe edebilirim. Belki, beni,
hanımım kandırmıştır. Fakat Allah Resûlü’nün son peygamber olduğundan zerre
kadar şüphem yoktur.” Bu cevap Hz. Ömer’i öyle sevindirir ki, kalkar ve Abdullah
b. Selâm’ın başından öper. 24
Kıskançlık ve
Hased
Evet, onlar Allah Resûlü’nü çok iyi
tanıyorlardı. Fakat îman başka, tanımak daha başkadır. Tanıyor, ama îman
edemiyorlardı. Kıskançlıkları ve hasetleri îmanlarına mâni oluyordu.
“Ne zaman ki, onlara Allah katından,
yanlarında bulunan (Tevrat)’ı doğrulayıcı bir kitap (Kur’ân) geldi ki, daha önce
küfredenlere karşı nusret talebinde bulunup dururlarken, o bildikleri (Kur’ân)
kendilerine gelince, onu inkâr ettiler, artık Allah’ın laneti, inkârcıların
üzerine olsun.” (Bakara, 2/89).
Bu âyetle de Cenâb-ı Hakk, onların,
Allah Resûlü ’nü kabul etmemelerindeki gerçek sebebi anlatıyordu. Bütün mes’ele
son gelen nebînin yahudi olmamasıydı. Eğer Allah Resûlü, yahudilerin içlerinden
çıkmış olsaydı, hiç şüphesiz davranışları daha farklı olabilirdi.
Nitekim Abdullah b. Selâm (ra), Allah
Resûlü’ne gelerek: “Ya Resûlallah, beni bir yere saklayın ve Medine’de ne kadar
yahudi âlimi varsa hepsini çağırın! Sonra da onlara beni ve babamı nasıl
tanıdıklarını sorun! Muhakkak cevapları müsbet olacaktır. Sonra da ben,
saklandığım yerden çıkıp müslümanlığımı ilan edeyim” teklifinde bulunmuştu.
Allah Resûlü de bu teklifi kabul buyurmuşlardı. Derken Abdullah b. Selâm, evin
bir yerine gizlendi. Gelen yahudi âlimleri yerlerini aldılar. Efendimiz sordu:
“Siz Abdullah b. Selâm’ı ve babasını nasıl bilirsiniz?” Cevap verdiler: “O ve
babası bizim aramızda en âlim ve en şereflilerdendir.” Allah Resûlü tekrar
sordu: “O beni tasdik ederse, siz ne dersiniz?” dediğinde ise: “İmkânı yok, asla
böyle bir şey olamaz!” dediler. Tam o esnada da Abdullah b. Selâm (ra)
saklandığı yerden çıktı. Şehadet getirip Efendimiz’in peygamberliğini tasdik
etti. Şaşırıp kaldılar ve biraz önce söyledikleri övücü ifadeleri geri alarak:
“O bizim en şerlimiz ve en şerlimizin oğludur” dediler. Bunun üzerine Efendimiz
(sav) bu iki yüzlülerin, huzurunda daha fazla kalmasına izin
vermedi.25
Bu hâdise de açıkça ispat ediyor ki,
yahudiler Allah Resû-lü’nü bilip tanıyorlardı. Ancak peşin hükümlü ve sabit
fikirli olmaları, onları îmandan alıkoyuyordu.
Selmân-ı Fârisî (ra) de bu mevzuda
tek başına bir delildir. Önceleri Mecûsi idi; ama hak dini bulabilme arzusuyla
yanıp tutuşuyordu. Sonra Hristiyanlığı gördü; kiliseye kapandı. İntisap ettiği
rahipten, vefat edeceği sırada kendisine bir rahip tavsiye etmesini istedi; o da
ona, bilip itimat ettiği bir başka rahibi tavsiye etti. Böylece pek çok kimsenin
yanında kaldı. Nihayet son dakikalarını yaşayan bahtiyar bir rahib’e de aynı
talebte bulununca, bu hristiyan âlimi ona şu tavsiyede bulundu: “Evladım, şu
anda sana tavsiye edebileceğim hiç kimse kalmadı. Ancak, son gelecek nebînin
zamanı iyice yaklaştı. O, İbrahim’in Hanîf dini üzere gelecek, İbrahim’in hicret
ettiği yerden zuhûr edecek; ancak başka bir yere hicret edip orada yerleşecek.
O’nun nebî olduğuna dair açık deliller vardır. Gidebilirsen oraya git. O, sadaka
yemez. Hediye kabûl eder ve iki omuzu arasında nübüvvetine delil bir hâtem
vardır.”
Gerisini kendisinden
dinleyelim:
“Rahibin haber verdiği yere gitmek
için bir kervan araştırdım. Nihayet böyle bir kervan buldum ve onlara, ücret
karşılığı beni de götürmelerini söyledim. Kabûl ettiler. Ancak, Vâdi’l-Kurâ’ya
gelince zulmedip beni köle diye bir yahudiye sattılar. Bulunduğum yerde hurma
bahçelerini görünce, herhalde burası bana rahibin haber verdiği yer, dedim ve
orada kaldım. Sonra da birgün Benî Kurayza yahudilerinden biri gelip beni bu
adamdan satın aldı ve Medine’ye götürdü. Orada hurma bahçelerinde çalışıyordum.
Allah Resûlü’nden hiçbir haber alamamıştım. Yine günlerden bir gün ağaca çıkmış
hurma topluyordum.. ve sahibim olan yahudi de ağacın altında oturuyordu. Biraz
sonra onun amca çocuklarından bir yahudi çıkageldi. Öfkeli bir halde: ‘Allah
kahretsin, bütün millet Kuba’ya gidiyor. Mekke’den gelen bir adam
peygamberliğini ilan etmiş ve onlar da O’nun peygamber olduğunu zannediyorlar!.’
Heyecandan titremeye başladım. Nerede ise ağaçtan sahibimin üzerine düşecektim.
Hızla ağaçtan indim ve adama: ‘Ne diyorsun? Ne diyorsun? Bu nasıl bir haber?’
demeye başladım. Sahibim benim bu heyecanımı görünce elinin tersiyle bana
şiddetli bir tokat atarak: ‘Sana ne bu işten? Sen işine bak!’ dedi. Ben de:
Hiç.. sadece ne olduğunu öğrenmek istemiştim, dedim. Tekrar ağaca çıktım. Akşam
olunca neyim varsa topladım ve Kuba’ya gittim. Allah Resûlü ashabıyla beraber
oturuyordu. Siz fakir insanlarsınız, ben de sadaka verecek yer arıyordum.
Şunları size sadaka olarak getirdim, buyurun yiyin, dedim. Allah Resûlü
yanındakilere; ‘siz yiyin’ dedi. Kendisi hiç dokunmadı. İçimden: “İşte rahibin
dediği birinci işaret” dedim. Ertesi gün yine gittim ve; ‘bu sadaka değil,
hediyedir, buyurun yiyin’ dedim. Allah Resûlü ashâbını buyur edip kendisi de
yedi. “İkinci işaret de tamam” dedim.
Ashâbtan biri vefat etmişti. Allah
Resulü de cenazede bulunmuş ve Bakîü’l-/ârgad (Medine Mezarlığı)’a gelmişti.
Yanına varıp selâm verdim. Sonra da arkasına geçtim ve sırtındaki nübüvvet
mührünü görmeye çalıştım. Niyetimi sezmişti.. zaten omuzları da açıktı.. ve
nübüvvet mührünü de görmüştüm. Üçüncü işaret de aynen râhibin senelerce önce
anlattığı gibiydi. Kendimi tutamadım, hemen sarılıp mührü öpmeye başladım. Allah
Resulü (sav); ‘Dur bakalım’ dedi. Çekildim. Karşısına oturup, başımdan geçenleri
bir bir anlattım. Çok sevinmişti. O’na anlattıklarımın ashâbı tarafından da
duyulmasını istemişti...”26
Evet, inat ve hasedi bırakıp O’na
bakanlar O’nu buldu ve O’na vuruldu. Dünle-bugün arasında keyfiyet bakımından
zerre kadar fark yoktur. Bugün de binler-yüzbinler, O’nun hakkaniyetini görüp
tasdik etmekte ve O’nun son Resûl olduğunu bütün dünyaya haykırmaktadırlar.
Ancak, yine dünle bugün arasında fark olmayan bir husus da, inat ve temerrüdü
terkedemeyenlerin, O’nun risâletini bildikleri halde
kabullenemeyişleridir...
Rekabet
Hissi
Muğîre b. Şû’be anlatıyor: “Ebu
Cehil’le beraber oturuyorduk. Allah Resûlü geldi ve bazı şeyler anlatarak
tebliğde bulundu. Ebu Cehil, küstahça: ‘Ya Muhammed! Eğer bunları öbür tarafta
tebliğ ettiğine dair şahit aramak için yapıyorsan, hiç yorulma ben sana şehadet
ederim, şimdi beni rahatsız etme’ dedi. Allah Resûlü bizden ayrıldı. Ben Ebu
Cehil’e sordum:
-Hakikaten O’na inanmıyor musun?
Cevap verdi:
-Aslında biliyorum ki, O
peygamberdir. Fakat, Hâşimîlerle eskiden beri aramızda bir rekâbet var. Onlar,
rifâde, sikâye bizde diye övünüp duruyorlar. Bir de peygamber de bizden,
derlerse işte ben buna dayanamam.27
Kureyş toplanıp kafa kafaya verdi ve
Allah Resulü’ne göndermek üzere Utbe b. Rebî’a’da karar kıldılar. Utbe gidip
O’nu ikna edecek ve da’vâsından vazgeçirecekti. Bu zat, o günün entel sınıfından
ve Arap edebiyatına vâkıf, varlıklı bir insandı. İki Cihan Serveri’nin yanına
vardı ve kendince mantık oyunları yapmaya çalışarak O’na sordu:“ Ya Muhammed!
Sen mi hayırlısın, yoksa baban Abdullah mı?”
Efendimiz bu soruya cevap vermedi.
Hayır, belki de ahmağa en güzel cevap olan sükut ile karşılık verdi. Utbe
devamla:
-Eğer onun senden daha hayırlı
olduğunu kabul ediyorsan, muhakkak o, senin şu anda tahkir ettiğin ilâhlara
taptı. Yok, eğer kendini ondan daha hayırlı görüyorsan, o zaman konuş da
anlattıklarını ben de dinleyeyim.
Allah Resûlü sordu: “Diyeceklerin
bitti mi?”
-Evet, dedi Utbe ve sustu. İki Cihan
Serveri diz çöktü ve Fussîlet sûresi’ni başından itibaren okumaya başladı. 13.
âyet olan: âyetine gelince, Utbe dayanamadı. Sıtmalı gibi titriyordu. Ellerini
Allah Resûlü’nün mübarek dudaklarına götürdü. Takatı kalmamıştı. ‘Sus ya
Muhammed! İnandığın Allah aşkına sus!’ dedi ve kalkıp gitti.
Mekke büyükleri neticeyi
bekliyorlardı. Ebu Cehil, Utbe’nin gelişini hiç beğenmemişti. Yanındakilere,
‘gittiği gibi dönmüyor’ dedi. Utbe doğruca evine gitti. Dinlediği âyetler onu
yıldırım çarpar gibi çarpmıştı.. ve biraz sonra da şeytana akıl öğreten adam Ebu
Cehil gelip kapıya dayanmıştı. Utbe’nin îman etmesinden korkuyor ve hemen
hâdisenin üzerine gitme lüzumuna inanıyordu.. ve Utbe’nin zayıf tarafını çok iyi
biliyordu. Onu gururundan vuracaktı. Harekete geçti ve şöyle dedi:
-Ya Utbe, duydum ki Muhammed sana
fazla iltifat etmiş. Orada sana ziyafet vermiş, yedirmiş, içirmiş. Sen de bu
iltifata dayanamayıp O’na îman etmişsin. Halk arasında söylenenler bunlar.. Utbe
öfkelendi. Damarı kabardı. ‘Benim O’nun yemeğine ihtiyacım olmadığını hepiniz
biliyorsunuz. Aranızda en zengin benim. Fakat Muhammed’in söyledikleri beni
sarstı. Çünkü okuduğu şiir değildi. Kâhin sözüne ise hiç benzemiyordu. Ne
diyeceğimi bilemiyorum. O, sözü doğru bir insandır. O’nun okuduklarını dinlerken
Âd ve Semud’un başına gelenlerin bizim de başımıza geleceğinden
korktum...28
Başka
Sebepler
Aslında bu itiraflar sadece bir-iki
kişiye münhasır değildi. Umumî vicdanda kanaat hep aynıydı. Fakat korku, tama’,
hırs ve inat gibi menfî tesirler inanmalarına mâni oluyordu.. evet, hem de
bildikleri halde inanamıyorlardı.
İşte, Kur’ân-ı Kerîm, hem onların bu
hâlini anlatma hem de Efendimiz’i tesliye makamında şöyle buyuruyor:
“Onların söylediklerinin, seni
üzeceğini elbette çok iyi biliyoruz. Doğrusu onlar seni yalancı saymıyorlar,
fakat zâlimler, bile bile Allah’ın âyetlerini inkâr ediyorlar” (En’âm,
6/33).
Onlar sana çeşitli isnatlarda
bulunuyorlar. Onların bu isnatları da seni üzüyor. Sakın, o bedeninin altında
kalıp ezilmişlerin ve alışkanlıklarını terkedemeyen nefsinin zebunu
talihsizlerin dedikleri ve söyledikleri, seni üzmesin. Hem aslında onlar seni
bizzat yalanlamıyorlar. Evet onların hiçbiri kalkıp da sana yalan isnat
edemiyor. Çünkü onlar da biliyorlar ki, sen yalan söylemekten müberrâsın. “Emîn”
ismini sana veren onlardır. Bunların akılsızlıklarına bak ki, sana isnat
ettikleri şeylere inanmadıkları halde, kendi akıl ve muhakemelerine rağmen,
böyle bir şeye cür’et ediyorlar. Öyleyse üzülmene ne gerek var!
Evet, üzülmesi gereken birisi varsa,
o da dünya ve ukbânın dizginlerini elinde tutan bir Zât’a karşı hem de ışığın
etrafında durdukları halde, istifade menfezlerini açıp istifade
edemeyenlerdir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder