KARANLIK BİR
DEVRE
Tevhid akîdesinin sarsıldığı her
zaman dilimi, karanlıktır. Zira, semâvât ve arzın nûru olan Allah (cc)
inancının, bütün sînelere hakim olmaması ruh ve vicdanları simsiyah hâle
getirir. Böyle bir kalb ve vicdanın eşya ve hâdiselere bakış keyfiyeti miyop ve
bulanık olacağından, o insan kapkaranlık bir dünyada, hep yarasalar gibi
yaşayacaktır.
Din ve dine ait bütün esaslar
temelinden sarsılmış, semâvî dinler de bizzat müntesipleri tarafından tahrif
edilmiş bir dönemde, belki birkaç muvahhid, isimlendiremedikleri, bilemedikleri,
dolayısıyla da yolunda kullukta bulunamadıkları bir Allah (cc)’a inanıyorlardı;
ama sesleri o kadar zayıf çıkıyordu ki, hiç mi hiç kimsenin dikkatini
çekmiyordu.
Cahiliyede
Putperestlik
Bütün müşrikler Ka’be’ye
doldurdukları putlarına kullukla övünüyor ve teselli oluyor. İçlerinde az
bilgisi olanlar ise, bu putları sadece Allah (cc)’a yaklaştırıcı birer vasıta
olarak kabul ettiklerini söylüyorlardı. Bir âyette bu husus şöyle ifade
edilmektedir: “ Biz onlara, sırf bizi Allah’a daha çok yaklaştırsınlar diye
ibadet ediyoruz.” (Zümer, 39/3)
Böylece, insanın fıtratına bir önemli
emanet olarak tevdî edilmiş olan kulluk duygusu, bir kere daha su-i isti’mâl
edilmiş oluyor, bir kere daha ihanete uğruyordu. Ağaca, taşa, toprağa, Güneş’e,
Ay’a, yıldıza kullukta bulunuyor; hatta, helva ve peynir gibi yenecek
nesnelerden kendi elleriyle yaptıkları putlara bir süre tapıyor, sonra da
karınları acıkınca bu şeyleri yiyorlardı.
Bu fersude düşünceyi ve bu
köhneleşmiş anlayışı Kur’ân-ı Kerîm şöyle dile getirir:
“Onlar Allah’ı bırakıp kendilerine ne
zarar ne de fayda veremeyecek şeylere tapıyorlar ve: ‘Bunlar Allah katında bizim
şefaatçılarımızdır’ diyorlar. De ki: Siz Allah’a göklerde ve yerde bilemeyeceği
bir şeyi mi haber veriyorsunuz? Haşâ! O, onların ortak koştukları her şeyden
uzak ve yücedir” (Yûnus, 10/18).
“Dikkat et, hâlis din ancak
Allah’ındır. O’nu bırakıp kendilerine birtakım dostlar edinenler: ‘Onlara, bizi
Allah’a daha çok yaklaştırsın diye kulluk ediyoruz’ (diyorlar). Şüphesiz ki
Allah ayrılığa düştükleri şeyde aralarında hüküm verecektir. Şüphesiz Allah,
yalancı ve inkârcı kimseyi doğru yola iletmez.” (Zümer, 39/3).
Bir de bu sapık düşüncelerine mazeret
arıyorlardı. En büyük mazeretleri de atalarını bu işleri böyle yapar
bulmalarıydı
“Onlara (müşriklere) ‘Allah’ın
indirdiğine uyun’ denildiği zaman, onlar, ‘hayır! Biz atalarımızı üzerinde
bulduğumuz şeye uyarız’ dediler. Atalarının akılları hiçbir şeye ermemiş ve
doğruyu bulamıyor iseler de mi?.. (Bakara, 2/170).
Kız Çocuklarının
Dramı
Cahiliye devrine ait bir başka
kötülüğü de Kur’ân-ı Kerîm şöyle anlatır :
“Onlardan biri kız ile müjdelendiği
zaman, pek öfkeli olarak yüzü simsiyah kesilir. Kendisine verilen müjdenin
sevimsizliğinden dolayı kavminden gizlenmek ister. Onu, hakarete katlanarak
yanında tutacak mı, yoksa toprağa mı gömecek? (Bunu düşünür durur.) Bak ne kötü
hüküm veriyorlar!..” (Nahl, 16/58-59).
Evet, onlardan herhangi biri kız
çocuğu olduğu beşaretini aldığı zaman, öfkeden yutkunup duruyor.. bu yüzden de
yüzü simsiyah kesiliyor ve bu acı müjdeden dolayı halkın içine çıkıp görünmekten
de utanıyordu. O böyle bir haberi o kadar kötü buluyordu ki, kaybolmak,
gizlenmek, bir deliğe girip saklanmak istiyor ve iki alternatiften birine
katlanmak zorunda olduğuna inanıyor, tereddütler içinde bocalıyor ve bir karar
veremiyordu: Ya cemiyet içinde düştüğü horluğa katlanıp o çocuğu hayatta
bırakacak veya şerefini temizlemek için (!) o kız çocuğunun vücudunu ortadan
kaldıracaktı.
İşte kadın cahiliye döneminde
böylesine istihkâr ediliyordu.. ve bu istihkâr, tezyîf, terzîl sadece cahiliye
Araplarına mahsus da değildi. Roma ve Sâsâni imparatorluklarında da durum
aynıydı. Bu itibarla denebilir ki; İslâm’ın, cahiliye Arapları arasındaki
kadınlık dünyasıyla alâkalı o müthiş tesbit ve inkılâbı, aynı zamanda topyekün
dünya kadınlığı adına, insanlık tarihinde eşi benzeri olmayan bir operasyondur.
Evet, ilk defa Kur’ân, bu tür
canavarlığın önüne çıkıyor ve hangi sebeple ve ne şekilde olursa olsun
çocukların öldürülmesini yasaklıyor: “Fakirlik yüzünden çocuklarınızı
öldürmeyin; sizin de onların da rızkını Biz veririz.” (En’am, 6/151).
Sanki Cenâb-ı Hakk onlara şöyle
diyordu: Çocuklarınızı niçin öldürüyorsunuz? Sizi de onları da rızıklandıran
Benim. Görmüyor musunuz, zemin, binler sofralar halinde hazırlanıp sizin
emrinize sunuluyor. Semâ sizin imdadınıza koşuyor. Bulutları sizin için sevkedip
oradan yağmuru ve kar’ı yağdıran, sonra da zemin yüzünde milyonlarca türde
bitkiyi bitiren Benden başka kim olabilir? Bütün bunları gördüğünüz halde, hangi
vicdan, hangi insaf ve hangi akılla rızık korkusuna düşüyor da çocuklarınızı
öldürüyorsunuz. Sakın unutmayın; böyle yapanlar Allah (cc)’a hiç mi hiç muhatap
olma liyâkatına eremeyecekler ama; birgün o masumlar muhatap kabul edilerek,
hangi cürümleri sebebiyle öldürüldükleri, kendilerine sorulacak ve evlatlarını
öldüren o zalimler de, bu zulümlerinin cezasını mutlaka göreceklerdir. İşte
“Diri diri toprağa gömülen çocuklarınıza ‘suçunuz neydi, hangi günah sebebiyle
öldürüldünüz?’ diye sorulduğunda” (Tekvir, 81/8-9) mealiyle verdiğimiz âyet o
müthiş ürperticiliğiyle bize bu devrin ahlâkını anlatmaktadır.
Bir gün bir sahâbî, Allah Resûlü’nün
huzuruna gelerek cahiliyeye ait bu canavarlığı şöyle dile getirmişti: “Ya
Resûlallah! Biz cahiliye devrinde kız çocuklarımızı diri diri gömerdik. Benim de
bir kız çocuğum vardı. Annesine ‘bunu giydir, dayısına götüreceğim’ dedim.
(Kadın bunun ne demek olduğunu bilirdi. Ciğerpâresi, evladı biraz sonra bir
kuyuya atılacak ve orada çırpına çırpına can verecekti. Ne var ki, kadının böyle
bir canavarlığın önüne geçme hak ve selâhiyeti yoktu. Yapabileceği tek şey, için
için ağlayıp gözyaşı dökmekti). Hanımım dediğimi yaptı. Çocuk hakikaten dayısına
gideceğini zannediyor ve cıvıl cıvıl koşuşuyordu. Elinden tutup daha önce
kazdığım bir kuyunun yanına getirdim. Ona kuyuya bakmasını söyledim. O tam
kuyuya bakayım derken, sırtına bir tekme vurdum ve onu kuyuya yuvarladım. Fakat
her nasılsa, eliyle kuyunun ağzına tutundu. Bir taraftan çırpınıyor, diğer
taraftan da: ‘Babacığım üzerin tozlandı’ deyip elbisemi silmeye çalışıyordu.
Buna rağmen bir tekme daha vurdum ve onu diri diri toprağa gömdüm.”
Adam bunu anlatırken Allah Resûlü ve
yanındakiler hıçkıra hıçkıra ağlıyorlardı. Orada oturanlardan birisi: “Be adam
Resûlullah’ı, hüzün içinde bıraktın!” deyince, Efendimiz, adama: “Bir daha
anlat” dedi. Adam hâdiseyi bir kere daha anlattı. İki Cihan Serveri’nin
gözlerinden süzülen yaşlar mübarek sakalından aşağıya akıyordu14. Allah Resûlü
hâdiseyi tekrar ettirmekle sanki şunu anlatmak istiyordu: “İşte siz İslâm’dan
evvel böyleydiniz. Tekrar tekrar anlattırdım ki, İslâm’ın size kazandırdığı
insanlığı bir kere daha hatırlamış olasınız!”
Bu acılardan acı misâlde görüldüğü
gibi, o gün insanlık müthiş bir buhran geçiriyordu; hergün çölün karanlıklarında
binbir fezâyiin yanında bir de derin derin çukurlar kazılıyor ve nice masum
çocuk onların içinde can veriyordu. Beşer, vahşette sırtlanları çoktan geride
bırakmıştı. Dişsiz olanın hakk-ı hayatı yoktu ve mutlaka bir dişlinin keskin
dişleri arasında paralanmaya mahkumdu. Cemiyet bunalımlar içindeydi. Bu
bunalımlara “dur” diyecek kimse de yoktu.
Tam bugünlerde varlığın ille-i
gâiyesi olan O, insanların içinden ayrılıyor; ümmetinin daha sonra “Nur dağı”
diyeceği “Hira mağarası”na çekiliyor ve gözleri ufuklarda kurtuluş şafakları
bekliyordu. Herhalde o esnada başını secdeye koyuyor, saatlerce yalvarıyor ve
Rabb’inden insanlığı kurtaracak bir halaskâr talep ediyordu. Buharî ve Müslîm’de
bu hâdise anlatılırken tabiri kullanılır. Bu tabir kendini ibadete vermek,
inzivaya çekilmek ma’nâlarına gelir. Evet Allah Resûlü bazen günlerce Mekke’ye
dönmüyor ve orada kalıyordu. Ancak azığı bittiğinde geliyor ve yetecek kadar
azık alıp tekrar gidiyordu.15
O, herhalde bir taraftan varlığı,
varlığın perde arkasını, hilkatı ve hilkatın gayesini; diğer taraftan da,
şirazeden çıkmış insanlığı, onun ürperten halini ve yürekler acısı melâlini
düşünüyordu...
Değişen
Değerler
Evet, cemiyet öyle bir hâle giriftar
olmuştu ki, bütün insanî değerler ters yüz edilmiş, fazîletler ayıp, ayıp ve
kusurlar ise birer fazîlet gibi itibar görmeye başlamıştı. Canavarlık
alkışlanıyor ve insanlık horlanıyordu. Kurtlar çoban olmuş çalım çakıyor;
koyunlar bu merhametsiz çobanların elinde inim inim inliyordu. Fuhuş, zina,
ahlâksızlık öyle yaygınlaşmıştı ki, çoğu kimse babasını bilmiyor ve tanımıyordu.
Haseb ve nesep bütün bütün kuruyup gitmişti. İçki ve kumar hiç de ayıp sayılan
şeyler değildi. İhtikâr normal bir hâdise gibi değerlendiriliyor, çeşit çeşit
spekülasyonlarla insanlığın kanını emmek marifet ve akıllılık
sayılıyordu.
İşte bütün bu olup bitenlere “dur!”
diyecek bir “İksir Sözlü”ye ihtiyaç vardı. İhtiyaç o derece şiddetli idi ki,
birden Rahmet ihtizaza geldi ve derken Efendiler Efendisinin risalet vazifesiyle
gönderilmesine bâdi oldu ve O’nun gelişiyle birden her şey değişiverdi. Evet,
Dev Şair Ahmed Şevki’nin de dediği gibi:
“Hidayet doğdu, kâinat bütünüyle ışık
oldu
Artık zamanın dudaklarında tatlı bir tebessüm ve senâ var”
Artık zamanın dudaklarında tatlı bir tebessüm ve senâ var”
Karanlık olan zaman ve mekan, Hz.
Muhammed Aleyhisselâm’ın getirdiği ışıkla tebessüm eden bir gül demeti haline
geliverdi ki seneler sonra, hicret esnasında Medine halkı O’nu
karşılarken:
“Seniye-i Veda’dan bir Ay doğdu. Her
duâ ve da’vette bulunan, duâ ve da’vette bulunduğu müddetçe üzerimize şükür
vacib oldu” 16. Bütün bu duyguları dile getiren nağmelerle karşılayacaklardı.
Evet işte tertemiz nâsiyeliler, tertemiz ağızlarıyla bu tertemiz nağmeleri
terennüm ediyorlardı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder