NÜBÜVVETİNDEN EVVEL DE
O BİR NEBÎ GİBİ YAŞAMIŞTI
Emniyet
İnsanı
O’nun çocukluk, gençlik ve olgunluk
dönemlerinin hepsi, peygamberliğinin mukaddimesi, basamakları ve merdivenleri
mahiyetindeydi. Öyle ki, O’nu tanıyanların bir çoğu risâletini ilân eder etmez
hemen O’na inanıp teslim olmuşlardı.
Zira O, hayatında bir kere dahi yalan
söylememişti. Ve işte bu insan, şimdi Allah (cc)’dan bahsediyor ve peygamber
olduğunu söylüyordu. En küçük mes’elelerde dahi hilâf-ı vâki söylemeyen bir
insan nasıl olur da böyle büyük ve ulvî bir mes’elede yalan söyleyebilirdi?17.
Bu asla mümkün değildi. İşte o günün insanı böyle düşünüyor, herkes olmasa bile
inat ve hasedi terk edenler derhal îmana geliyorlardı. Yaşadığı devir, evet,
cahiliye devriydi. Fakat bu isim O’nun hususî zamanının dışında kalanların
yaşadığı hayata verilen bir isimdi. Yoksa O hiçbir zaman cahiliye devrini
yaşamamıştı. O, emin bir insandı.. O’nu herkes de böyle kabul ediyordu. Öyle bir
emindi ki; sözgelimi sefere çıkmayı düşündünüz, hanımınızı bir yere bırakmanız
lâzım geldi. Gidip hiç tereddüt etmeden Hz. Muhammed (sav)’e bırakabilirdiniz..
siz gelinceye kadar kaşını kaldırıp ona bakmayacağına kat’iyyen şüpheniz
olmazdı. Malınızı birisine teslim etmeyi mi düşündünüz? Hiç tereddüt etmeden
gidip Muhammedü’l-Emin’e teslim edebilirdiniz.. edebilirdiniz de malınızın
zerresine dahi zarar gelmeyeceğine inanırdınız. Bir mes’ele hakkında sözün en
doğrusunu öğrenmek mi istiyordunuz? Hemen doğruluğun Andelib-i Zişan’ı O sadakat
timsaline koşar O’nu dinler, O’ndan işittiklerinize göre hüküm verir ve O’nun
beyânlarını her işinizde esas kabul ederdiniz; zira O, hayatında bir kere dahi
olsa yalan söylememiştir.
Delil mi istiyorsunuz? İşte O, Ebu
Kubeys tepesine çıkmış ve etrafını çeviren insanlara soruyor: “Şu dağın
arkasından bir ordu, size hücum etmek üzere geliyor, dersem bana inanır
mısınız?” Herkes bir ağızdan “Evet inanırız. Çünkü senin hiç yalan söylediğini
duymadık.” Bunu söyleyenler arasında Ebu Leheb ve Ebu Cehil gibi din düşmanları
da vardır18. Ancak hepsi de O’nun doğruluğunu tasdik ve güvenilirliğini teslim
etmektedir. O, daha anne karnında iken babasını kaybetmişti; beş-altı yaşına
vardığında da annesini kaybetti. Bunun üzerine O’nu dedesi Abdulmuttalib
himayesine aldı.. derken sekiz yaşına henüz basmıştı ki dedesi de vefat etti.
Sanki kader O’nu, her şeyden tecrît ediyor ve bütünüyle Allah (cc)’a teslim
olmaya hazırlıyor gibiydi. O’na el uzatabilecek bütün hâmiler teker teker
gidiyor ve nûr-u tevhîd içinde, ehadiyet sırrının zuhuruyla doğrudan doğruya ve
fi’len Cenâb-ı Hakk’ın himayesi ihtar ediliyordu. O, “Kelime-i Tevhîd” ve
“Hasbünallah” cümlesini tâ baştan vicdanında duyarak söylemeliydi. Onun için de,
zâhirî esbâbın bütünüyle devre dışı kalması gerekiyordu. Ve öyle de
oldu...
Allah (cc)’ın kulu ma’nâsına gelen
“Abdullah”, emin ve doğru kadın ma’nâsına gelen “Âmine” O’nun dünyaya gelmesine
sebep ana ve babaya ait isimlerdi. Evet O, emniyet doğuran, emniyetin emanetcisi
bir kadından dünyaya geliyordu. Risâletten evvel, ubûdîyetle serfiraz olan bu
şeref-i nev-i insanın babasının adı da “Allah’ın kulu” ma’nâsını taşıyordu.
Bunlar rastlantı değildir; değildir zira bunları takdir buyuran Allah (cc)’tır.
O, Yetim
Büyüdü
O, yetim olarak büyüdü. İleride
yükleneceği çok ağır bir yük, büyük bir vazife vardı. Ve ona şimdiden
hazırlanması gerekiyordu. Tevekkülün zirvesinde, bütün güçlüklere göğüs
gerebilecek bir yapıda yetişmeliydi. Zenginliğin şımarttığı veya sefaletin,
yoksulluğun tamamen pısırıklaştırdığı bir insan olmaktan Allah (cc) O’nu korudu.
Ve hayatının her safhasında i’tidal ve istikâmeti muhafaza, ifrat ve tefritten
uzak bir insan olarak yetişmesini temin etti.
Bir liderin, bu türlü sıkıntılı
günlerden geçmesi çok mühimdir. Yetimliğin ne demek olduğunu bilmelidir ki,
raiyetine şefkatli bir baba gibi davranabilsin. Fakirliği tatmış olmalı ki,
idaresi altındakilerin durumunu idrak edip onlara öyle muamele etsin. İşte Allah
Resûlü’nün yüce ahlâkı içinde bir nüve halinde bulunan, yetime ve fakire el
uzatma, onları görüp gözetme hasleti, yaşadığı bu hayatın suyu, toprağı ve
havasıyla besleniyordu. Sonra da O, zirvelere çıktığı zaman da bu ilk halinden
hiç mi hiç taviz vermeden ve hayatı boyunca yaşama tarzını değiştirmeden dümdüz
yaşamış, benzeri olmayan bir şahsiyettir. Ömrünce yetimi azarlamadı ve isteyeni
boş çevirmedi. Zira bunu O’na bizzat Cenâb-ı Hakk talim ve emir buyurmuştu
:
“O seni yetim bulup barındırmadı mı?
O seni hayrette bulup hidayet etmedi mi? Seni fakir bulup, zengin etmedi mi?
Öyle ise yetimi hor görme. Dilenciyi azarlama. Rabb’inin nimetini de anlat da
anlat.” (Duha, 93/6-11).
Ben ne zaman bu sûreyi okusam, babam
senelerce önce vefat etmiş olmasına rağmen yine de onu bir şefaatçı gibi Allah
Resulü’ne arzeder ve beni de kapısından kovmaması için o büyük ruha: “İşte
kapında bir yetim! Ne olur, bu yetimi kovma kapından!” derim.
Abdülmuttalib’in
Yanında
Abdülmuttalib O’ndaki peygamberlik
nurunu çok önceden sezmişti. O’nunla beraber geçen günleri hep bereketli ve
yümünlü geçiyordu. O’nu büyüklerin meclislerinde oturtuyor, O’na izzet ve
ikramda bulunuyordu. O’nda insanlığın kurtuluşunu görüyordu. Allah Resulü’nün
bakışlarında bir derinlik vardı ki, bir başkasında bu bakışlardaki derinliği
görmek mümkün değildi. Belki de atalarından peygamber olduğu rivayet edilen
Luey, kendi neslinden böyle bir peygamber geleceğini müjdelemiş ve Abdülmuttalib
bu müjdeye istinaden Allah Resulü’nün peygamber olacağını keşfetmiş veya
hissetmişti. Hatta denebilir ki bundan dolayı torununu çok aşırı şekilde seviyor
ve O’nu kendi gözünden bile kıskanıyordu. Vefat edeceği an, bu dev adam, hıçkıra
hıçkıra ağlamıştı ve Ebu Talib yanına sokulup niçin ağladığını sorunca da:
“Muhammedim’i bir daha bağrıma basıp sevemeyeceğim, işte buna ağlıyorum”
demişti. Düşünün ki Ebrehe ordusu karşısında sarsılmayan ve senelerce süren
Ficar harpleri esnasında dünya kadar düşman kabilelerle yaptığı savaşlarda gözü
dahi nemlenmeyen bu büyük insan, kutlu torunundan ayrılacağı mülahazasıyla bir
çocuk gibi hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Böylece Abdülmuttalib vesayeti de bitiyor
demekti. Evet o da son vasiyetini yaparak gözlerini hayata yumdu. Artık bundan
böyle O “Dürr-i Yektâ”yı Ebu Talib himayesine alacaktı.
Ebu Talib’e
İntikâl
Ebu Talib sözünde durdu. Allah
Resûlü’nü kırk seneye yakın himâye etti ve O’na müzâhir oldu. O’nun bu iyiliği
karşılıksız kalmadı. Cenâb-ı Hakk da O’na Hz. Ali (ra) gibi evlat nasib etti.
Her nebînin nesli kendinden devam ediyordu. Halbuki Allah Resûlü’nün nesli, Hz.
Ali’den devam edecekti. Hatta Efendimiz’e isnat edilen böyle bir rivayet olduğu
da söylenmektedir.
Hz. Ali (ra), İki Cihan Serveri’nin
velâyet yönünü temsil ediyordu. Bu itibarla O bütün velîlerin sertâcı sayılır.
Kıyamete kadar gelecek bütün tarikat erbabının, bütün ricalin takdirle yad edip
inkîyat edeceği, sultanlar sultanı, şâh-ı merdân, haydar-ı kerrâr, damad-ı nebî,
aliyyü’l-murtaza; Ebu Talib’e, Allah Resû-lü’ne karşı gösterdiği mürüvvetin bir
hediye ve bir karşılığı gibiydi.
Ebu Talib de babası Abdülmuttalib
gibi sadece zâhirî bir sebepten ibaretti. O’nu asıl himâye eden ve yetiştiren
Cenâb-ı Hakk’tı. Allah (cc) bir taraftan O Mümtaz Şahsiyeti nebî olma seviyesine
yükseltirken, diğer taraftan cemiyeti, O’nu kabul edebilecek kıvama getiriyordu.
Gün geçtikçe, O’nun nübüvvetine olan işaretler netleşiyor ve Hz. Muhammed
Aleyhisselâm, herkesin konuştuğu ve herkesin yakından tanıdığı bir insan olarak
hep gündemdeki muallâ yerini muhafaza ediyordu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder