Günümüzün zavallı insanı, nice değer
ölçülerini kaybettiği gibi, peygamberlere ve özellikle de peygamberler sultanı
Hz. Muhammed Aleyhisselâma karşı, bakışı, tavrı, düşüncesi de tamamen alt-üst
olmuş durumda. Oysaki O’nu, herhangi bir insan gibi beşerî kriterlerle
değerlendirmemiz kat’iyen doğru değildir. Hattâ mümkün de değildir. Zirâ O,
yeryüzünü yeniden dizayn etmek ve insanlığa yeni ufuklar açmak üzere müstesna
bir ruh ve müstesna kabiliyetlerle donatılarak gönderilmiş bir insandır.. ve
O’nu takdir bizim kriterlerimizi aşar. Bu itibarla, kim ne anlatırsa anlatsın
O’nu tam anlatmış olamaz. O’nu en iyi anlayanlardan biri olan Hassan b.
Sabit’in: “Ben sözlerimle Muhammed (sav)’i övmedim. Fakat O’nun-la sözlerimi
methettim” dediği gibi, bütün güzel sözlere güzellik kazandıran o sözler
içindeki O’nun yâd-ı cemîlidir. Yoksa bizim ifadelerimizin O’na kazandıracağı
hiçbir şey yoktur. Küçük tasarruflarla aynı sözü Farazdak da kullanır.. asrın
büyük mütefekkiri de Kur’ân için aynı sözleri söyler :
Bütün bunlar bir ölçüde aynı duygu ve
aynı düşünceyi paylaşmanın neticesidir. Hepsi de ilhamlarını aynı kaynaktan
almış ve aynı şeyleri, ayrı ibarelerle söylemiş kimselerdir; bazısının mücmel
bıraktığını diğeri tafsil edip açıklamış; bazısı daha şairâne gitmiş ama hep
aynı mihver etrafında dönüp durmuşlardır.
Aynı şekilde bizler de, her yönüyle
tahdis-i nimet olan, O’na ümmet olmanın ayrıcalığını yaşıyor ve coşkunluğumuzu
haykırıyoruz: Rabb’imize ne kadar hamd ve şükretsek azdır ki, bizleri en büyük
bir nimetle serfiraz kılmış ve Hz. Muhammed Mustafa (sav)’ya ümmet eylemiştir.
Bu bir Fazl-ı İlâhîdir. O fazlını istediğine ve istediği ölçüde verir. Ancak
bize verdiği hiçbir ölçü ve tartıya gelmeyecek kadar engindir. Evet başkalarına
göre bize bahşedilen sahili olmayan bir ihsan denizidir...
Ancak, mes’elenin bir de diğer yönü
var ki, sormadan edemeyeceğim. Acaba O Sultan’a lâyık bir gönül tahtına sahip
miyiz? Sultan tahtında âram etmekte midir? Gönüllerimiz her an O’na açık mıdır?
Otururken, kalkarken, yerken, içerken ve bütün hareketlerimizde Hz. Muhammed
Aleyhisselâmın mülâhazası kalb ve aklımıza hakim midir?. Ve hayatımız bütünüyle
O’nun çizgisinde midir?.. Eğer cevabımız müsbet ise, işte o zaman, turnayı
gözünden vurduk demektir. Artık rüya ve hülyâlarımızı, hep O’nun güzel yüzlü nur
cemâli süslüyor ve dolayısıyla da bizler Muhammedî bir cemaat haline gelmişiz
demektir. Ahlâken O’nun ahlâkıyla ahlâklanan, hayatının her safhasını Muhammedî
edep ile süsleyen bir cemaat ise, yeryüzünün denge unsurudur. Kanaatım odur ki,
henüz bu dengeyi bulamayışımızın bir tek sebebi vardır; o da Muhammedî ruhta
istenen seviyeye ulaşamayışımızdır.
O, Allah’ın hususî olarak yarattığı
ısmarlama bir insandır. Bir insan olarak aramıza katılışı bizler için en büyük
bahtiyarlıktır. Çünkü cennetler bile O’nun teşrifiyle şeref kazanmıştır ve şeref
kazanacaktır. Bu itibarla, insanımıza O’nu, hem de kendi kâmetine uygun
anlatabilmek bizim için en büyük vazifedir. Zira insanlık O Sultanı anladığında
ve O’na tabi olduğunda hakiki insanlığa erecektir. Ben de buna niyetlendim.
Ancak bu meydanın eri, bu hutbenin hatibi olmadığımı tâ baştan itiraf ettim. Şu
kadar var ki, O’nun anlaşılmasına çalışmam tek arzum.. ve işte, bütün hünerim de
bu mevzudaki samimiyetimdir...
Uzun süre kendimi kapısında bir
“kıtmîr” olarak düşünmüş, öyle teselli bulmuştum. Fakat gün geçtikçe ümidimi de
kısmen kaybettim. Sonra kendime şöyle dedim: Keşke bir insan olarak
yaratılacağıma, O’nun mübarek vücudunun bir yerinde bir kıl olarak
yaratılsaydım. Evet, Cenâb-ı Hakk’ın böyle husûsî lütuflarına mazhar bir insana
bu kadar yakın olabilseydim.. hep böyle düşündüm durdum. Ancak, böyle bir
mazhariyete de liyakatım olmadığını O’nu tanıdıkça daha iyi anladım. Şimdi bütün
arzum ve isteğim sadece O’nun ümmeti içinde bulunabilmekten ibarettir. Zira
ümidim odur ki, Cenâb-ı Hakk, böyle bir cemaat arasında bulunanı O’nun
şefaatından mahrum etmeyecek ve “Onlar öyle bir topluluk ki, onlarla beraber
olan asla mahrum kalmaz”37 diyecek ve beni de o topluma dahil
edecektir.
Evet, buna rağmen O muallâ zâtı
anlatmaya niyetlendim. Neslimin gönlüne O’na ait sevgi ateşini tutuşturacak bir
kıvılcım atabilmek bütün gayretim. Ne diyeyim?. Ben de hacca niyetlenen karınca
gibi derim!. Zaten o yolda ölmek bütün emelim...
O apayrı buudların insanıdır. Bizlere
düşen kendimizi O’nun çizgisine ve frekansına göre ayar etme gayretidir. Bu
temin edildiğinde, arada açık ve şifreli konuşmalar başlar. Komutu bizzat
Resûlullah verir. İdareyi O ele alır. O’nun idare edeceği bir cemaat ve
cemiyetin keyfiyeti ise, melekleri gıptaya sevk edecek derecede ulvî, derin ve
her türlü izah ve tasvirden varestedir.
Belki bazılarına bu dediklerimiz
objektif gelmeyebilir. Ne gâm; her gün üç-beş dırahşân çehreli genç ma’nen
Resûlul-lah’tan bir kısım beşaretler aldıktan sonra!. Ve yine bazıları perdesiz,
hicapsız, doğrudan doğruya hem de şahâdet âleminde O’nunla münasebete geçtiğini
söyledikten sonra!.
O ruhâniyatıyla ve bazılarına göre de
nûranîleşen cismaniyetiyle daima aramızdadır. İmam Suyûtî yetmişten fazla bizzat
Allah Resûlü’yle açıktan görüştüğünü söyler. Evet, O, bizim anladığımız ma’nâda
ölmemiş; sadece buud değiştirmiştir. O’nun ölümünü herhangi bir insanın ölmesi
gibi anlamak yanlış olur. Zira Kur’ân, peygamberlik makamının iki derece daha
aşağısında bulunan şehidlik mertebesine erenlere dahi ölü denilmemesini
söylemektedir. Öyleyse, bizim anladığımız ma’nâda O’na “öldü” demek nasıl mümkün
olabilir!? Evet, O’nun, sadece ayrı bir buuda geçtiğini söyleyebiliriz. Onun
içindir ki, bakışı o buudlara ulaşabilen insanlar, O’nu orada bizzat görüp
müşâhede edebilmektedirler...
Beden ve cismaniyetin zindanından
kurtulup, kalb ve ruhun hayat derecesine erenler, mazi ve istikbâli aynı anda
yaşayabilirler. İşte o buudun insanları, şu anda hem sizinle yan yana oturur,
hem de asr-ı saadette Allah Resûlü’yle diz dize bulunurlar. Ehlûllahdan “ebdâl”
denilen kimseler, aynı anda birçok yerde bulunabilmektedirler. Ya, O
Sultanü’r-Rusûl, niçin hem ahirette, hem dünyada, hem bizim önümüzde hem de
meleklerin ve nebîlerin önünde bulunmasın? Bulunuyor ve bulunacaktır
da..!
Bütün bu söylenenleri, bundan böyle
anlatacaklarıma bir temel yapmak niyetindeyim. Peygamberlere ve Peygamberimize
bakarken, bakış zaviyesi ve niyet çok önemlidir. Enbiyâ-i izâm bir yana, evliyâ,
asfiyâ, ebrâr ve mukarrebînin sezilip anlaşılması dahi hususî bir ruh safveti ve
gönül berraklığı isterse peygamberler nasıl cismaniyetin sisli-dumanlı ikliminde
idrak edilip anlaşılabilir ki?.. Öyle ise, onları anlamaya çalışırken, bütün
letâifimizle teveccüh edip dikkat kesilmemiz icap edecektir. Hele bakılıp
anlaşılmak istenen Hz. Muhammed Aleyhisselâmın şahsiyeti ise, bu dikkat birkaç
kere daha arttırılmalıdır. Ne var ki, yine de herkes kendi kalb gözünün bakış
gücüne göre, birşeyler görüp sezecek.. ve O’nu bütünüyle hiç kimse tam
ma’nâsıyla kavrayamayacaktır. Evet:
“Ömürlerini rüyalarla, teselli
olmakla geçiren uykudaki insanlar O’nun hakikatını nasıl idrak edebilirler ki.”
Busayrî
Peygamberler kendi aralarındaki
derece farkıyla beraber hepsi de Cenâb-ı Hakk’ın zâtının tecellisine mazhar
seçkin ruhlardır. Allah (cc), kendisine onları mahrem kabul etmiş, ağyâra kapalı
seralarda büyütmüş, geliştirmiş ve gözlerine, kendinden gayrı başka hayallerin
girmesine meydan vermemiştir.
Bütün nebîler gibi onlardan da ileri,
Efendimiz’in gözü de Rabb’inden başka birşey görmemiştir. Evet ağyâr, O’nun
bakışını bulandıramamış, başını döndürememiştir. O, gözünü açtığında Rabb’ini
görmüş, gözünü kaparken de yine O’nu müşahede ile: “ : Allahım! Refîk-i A’lâ’yı
istiyorum” diyerek kapamıştır. Şimdi hâdiseyi meâlen Hz. Âişe Validemizden
(r.anha) dinleyelim:
“Allah Resulü bazen hastalandığında
yanıma gelir ve bana ‘duâ et’ derdi. Ben de elimle O’nun mübarek elinden tutar
ve o elinin bereketi ile şifa bulmasını umarak, elimi o zaman ve mekan üstü
başına kor ve duâ ederdim. Son rahatsızlığında da aynı şeyi yapmak maksadıyla
elini tutmak isteyince şiddetle çekti ve diye duâ etti.”38
Belli ki Allah Resûlü, artık
yeryüzündeki dostları değil Hakikî Dost olan Rabb’ini arzuluyor ve bir başka
buudda O’na ulaşmak istiyordu.
İşte, geliş ve gidişi ile böyle bir
hayat yaşayan peygamberler ve husûsîyle Peygamberimiz, acaba dünyaya niçin
gelmiş ve hangi gayeye binaen gönderilmişlerdi? Bu çok önemli mevzûun tahlili
bilhassa iki ana esasdan dolayı daha da ehemmiyet arzetmektedir:
Birincisi: Peygamberlik müessesesinin
yüce ve muallâ mevkiini görüp, onları sıradan insanlar gibi mütâlaa etmemek; ve
öyle görüp değerlendirmek isteyenlere de ikna edici cevaplar
hazırlamak.
İkincisi: Günümüzde, peygamberliğe
ait vazifeyi temsil etme durumunda olanların nasıl bir yol ve sistem takip
etmeleri gerektiğini işaret etmek.
Mes’eleyi hangi yönüyle ele alırsak
alalım mevzûun ehemmiyetinin çapı değişmeyecektir. Onun için biz de, sıralamada
herhangi bir tercih yapmadan mevzu ile alâkalı düşüncelerimizi birkaç madde
halinde takdim etmeye çalışacağız:
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder