29 Nisan 2012 Pazar

sabır ve teslimiyet



 
Ümmü Seleme (r.a.)’den nakledildiğine göre, Allah Rasûlü (sav) şöyle buyurmuştur: “Birinizin başına bir musibet geldiği zaman, ‘Biz Allah’a aidiz ve ona döneceğiz. Ey Allah’ım! Musibetimin ecrini senden bekliyorum, bundan dolayı bana ecir ihsan et ve benim için onu daha hayırlısıyla değiştir.’ desin.” (Ebu Davud, Cenâiz, 22.)

Ümmü Seleme Validemiz, Allah Rasûlü’nün, “Kim bu şekilde dua ederse, Allah onun bu talebini yerine getirir.” buyurduğunu naklettikten sonra şöyle devam eder: “(Eşim) Ebu Seleme vefat edince ben de böyle dua ettim. Sonra da, kendi kendime “Ebu Seleme’den daha hayırlısı kim olabilir ki?” dedim. Hâlbuki Allah ondan sonra, Rasûlüllah (sav) ile evlenmemi nasip etti.”(Muvatta, Cenaiz, 14.)
Tehlike ve musibetlerle karşı karşıya kalan mümin, yıkılmadan ayakta durabilecek bir inanca ve dirence sahip olmalıdır. Çünkü o, yaşadığı dünyayı imar etmek, insanlığı ihya etmek ve ahiretini mamur etmekle yükümlüdür.
İnsan, yaratılışı gereği sevgiyi, üzüntüyü, kederi, sevinci, felaketi, neşeyi birlikte yaşayabilen bir varlıktır. Hayatı boyunca sevincine vesile olan birçok olayla karşılaştığı gibi, üzülmesine yol açacak olaylarla da yüz yüze kalır. Diğer canlılar gibi o da fiziksel ve ruhsal sıkıntıların yanı sıra doğa olaylarından, diğer canlılardan veya hemcinslerinden gelecek tehlikelere muhataptır ve bunlara karşı tedbirli olmak zorundadır. İşte bu tehlike ve musibetlerle karşı karşıya kalan mümin, yıkılmadan ayakta durabilecek bir inanca ve dirence sahip olmalıdır. Çünkü o, yaşadığı dünyayı imar etmek, insanlığı ihya etmek ve ahiretini mamur etmekle yükümlüdür. Başına gelebilecek tehlikelere karşı elinden gelen bütün tedbirleri aldıktan sonra maruz kaldığı kaçınılmaz felaketlere önce sabır, sonra azim ve irade silahıyla mukabele edecektir. Onun lügatinde pes etmek değil, sabır ve tevekkül vardır. O, musibetlerin bir imtihan olduğunu Yüce Allah’ın hitabıyla öğrenmiştir. (Bakara, 155.) Elde ettiği başarıların da karşılaştığı sıkıntı ve felaketlerin de bu imtihanın bir parçası olduğunun farkındadır. Yarattığı insanın zaaf noktalarını en iyi bilen Cenab-ı Hakk, insana bir zarar dokunduğunda kendisine yalvardığını, sonra ona bir nimet verdiğinde ‘Bu bana bilgim sayesinde verildi.’ dediğini, hâlbuki bunun bir imtihan olduğunu, fakat insanların çoğunun bunu bilmediklerini beyan etmektedir. (Zümer, 49.)
Sevgili Peygamberimiz, müminle kâfirin mukayesesini yaptığı bir hadislerinde, bela karşısında mümini, rüzgârda eğilse bile yıkılıp kırılmayan yeşil ekine, kâfiri ise sert bir rüzgâr karşısında kırılan ya da kökünden devrilen bir ağaca benzetmiştir.
Mümin, bu sınavı başarıyla vermek ve Hz. Peygamber (sav)’in ifadesiyle, eğilse bile yıkılmamak zorundadır. Sevgili Peygamberimiz, müminle kâfirin mukayesesini yaptığı bir hadislerinde, bela karşısında mümini, rüzgârda eğilse bile yıkılıp kırılmayan yeşil ekine, kâfiri ise sert bir rüzgâr karşısında kırılan ya da kökünden devrilen bir ağaca benzetmiştir. (Buhari, Tevhid, 31.)
Peygamber Efendimiz’in, İslam’a davet yolunda karşılaştığı güçlük ve sıkıntılara karşı gösterdiği sabır ve metanet, müminlerin musibetler konusunda nasıl bir tavır takınmaları gerektiğine güzel bir örnektir. Bilindiği gibi Mekke döneminde, müşriklerin amansız baskılarına, ekonomik ve sosyal ambargolarına, öldürme teşebbüslerine karşı bir avuç müminle sabredip direnen ve bu arada gerekli tedbirleri de alarak düşmanlarının hesaplarını boşa çıkaran Peygamberimiz (sav), daha sonra muzaffer bir komutan olarak Mekke’ye girdiğinde, kendisine ve arkadaşlarına yapılanların intikamını almaya kalkışmamış, çektiği acıları, başkalarına acı çektirerek telafi etmemiştir. O, kendisini taşlayıp elini yüzünü kan içinde bırakanlara bile, bir yandan yüzündeki kanı silerken, diğer yandan, “Ya Rabbi! Kavmimi bağışla, çünkü onlar bilmiyorlar.” (İbn Mace, Fiten, 23.) diyerek hayır duada bulunmuştur.
Hastalık ve ölüm gibi insanın başına gelebilecek doğal musibetler karşısında Hz. Peygamber’in takındığı tavır da bir yandan onun insani ve duygusal yönünü ortaya koyarken, diğer yandan böyle durumlarda izlenmesi gereken dengeli tutuma işaret etmektedir. Oğlu İbrahim’in ölümüne ağladığında kendisine şaşıranlara verdiği şu cevap bunu çok güzel ortaya koymaktadır: “Göz ağlar, kalp üzülür. Biz Rabbimiz’i gazaplandıracak bir söz söylemeyiz. Eğer ölüm, doğru söyleyen (Allah’ın) herkesi kapsayan bir va’di olmasaydı ve arkada kalan, önden gidene kavuşmayacak olsaydı Ey İbrahim, biz şu ankinden çok daha büyük bir üzüntü duyacaktık. Biz senin için çok hüzünlüyüz.”(İbn Mace, Cenâiz, 53.)
“Sabır, musibetin ilk darbesinde (başa geldiği ilk anda) yapılan sabırdır.” (Buhari, Cenaiz, 31.)
Peygamber Efendimiz (sav), musibete maruz kalan müminleri teselli eder, bu meyanda sık sık hasta ziyaretine giderdi. Bir gün hasta bir bedeviyi ziyaretinde teselli kabilinden, “Zararı yok (aldırma). İnşallah hataların için temizleyici olur.” deyince, hastalığının şiddetinden bunalan bedevi, “Temizler diyorsun ama hiç de öyle değil. Bilakis o, düşkün bir ihtiyarın üzerinde kaynayıp duran, kabirleri ziyaret ettiren bir hummadır.” karşılığını verdi. Hastanın sıkıntılı durumunu gören Peygamberimiz (sav), “Peki, öyle olsun.” buyurdu. (Buhari, Merdâ 10.)
Bir gün, kabir başında ağlamakta olan bir kadının yanına uğrayan Peygamber Efendimiz (sav), “Allah’tan kork ve sabret.” deyince, onu tanımayan kadın, “Git başımdan, sen benim musibetimi tatmadın.” karşılığını verdi. Daha sonra onun Allah’ın elçisi olduğu kendisine hatırlatılınca büyük bir üzüntüyle kendisinden özür dileyen kadına Peygamberimiz, “Sabır, musibetin ilk darbesinde (başa geldiği ilk anda) yapılan sabırdır.” (Buhari, Cenaiz, 31.) diyerek, acının tazeliğini koruduğu anda gösterilecek sabrın önemine işaret etmiştir. Böylece Peygamberimiz (sav) bir yandan, sıkıntıya maruz kalmış kimseleri teselli edip onların acılarını paylaşmanın insani bir görev olduğunu hatırlatırken, diğer yandan o felaketi yaşayanların gösterebilecekleri doğal tepkilerin anlayışla karşılanması gerektiğini öğretmiştir.
Allah, sabredenlerin başlarına bir musibet geldiğinde “Biz Allah’a aidiz ve yine O’na döneceğiz.” dediklerini haber vermektedir. Allah Rasûlü de bir hadislerinde, “Müminin işine şaşılır. Çünkü onun bütün işleri hayırdır ve bu sadece mümine özgüdür. Kendisine bir varlık (nimet) isabet ederse şükreder, bu onun için hayır olur, bir zarar isabet ederse sabreder, bu da onu için hayır olur.” buyurmuştur.
Peygamber Efendimiz, musibetler karşısında Cahiliye insanının takındığı yanlış tavır konusunda da ashabını uyarmıştır. Örneğin, kadınlardan biat alırken bir musibet karşısında yüzlerini dövüp tırmalamamaları, feryat figan etmemeleri, yakalarını bağırlarını yırtmamaları ve saçlarını başlarını yolup dağıtmamaları hususunda söz almıştır. (Ebu Davud, Cenâiz, 29.)
O, bunun yerine Kur’ân-ı Kerîm’in emri olan sabrı ve Allah’a teslimiyeti tavsiye etmiştir. Çünkü Allah, sabredenlerin başlarına bir musibet geldiğinde “Biz Allah’a aidiz ve yine O’na döneceğiz.” (innâ lillâh ve innâ ileyhi râciûn) (Bakara, 156.) dediklerini haber vermektedir. Allah Rasûlü de bir hadislerinde, “Müminin işine şaşılır. Çünkü onun bütün işleri hayırdır ve bu sadece mümine özgüdür. Kendisine bir varlık (nimet) isabet ederse şükreder, bu onun için hayır olur, bir zarar isabet ederse sabreder, bu da onu için hayır olur.” (Müslim, Zühd ve Rekâik, 64.) buyurarak, Allah’tan gelene şükür, sabır ve teslimiyetin müminin özelliği olduğunu vurgulamıştır.

karikatür krizi planlı bir provokasyondu...

Bu karikatürler birden ortaya çıkmadı; bunları ortaya çıkaran ortam çok öncelerden oluşmuştu. Siyasi tartışmalar, medyadaki tartışmalar ve sokaktaki adam uzun yıllardır İslam karşıtı bir retorik geliştirmekteydi. Karikatürleri yayınlayan gazete de, yaptığı İslam karşıtı işlerle tanınan bir gazetedir.
ImageAvrupa Irkçılıkla Mücadele Kurumu Başkanı Baishy Quraishy Danimarka'da başlayan karikatür krizi süreci ve Avrupa'da artan İslam karşıtı hareketler hakkındaki sorularımızı yanıtladı. Günümüzün önemli aktivistlerinden olan Quraishy, karikatürlerin yayımlanmasıyla başlayan süreçte yaşananların birden ortaya çıkmadığı ve bunun planlanmış bir provokasyon olduğu görüşünü vurguladı.
-Avrupa'daki medyanın ve sivil toplum örgütlerinin Karikatür Krizi'ne tepki verme şekillerinde bir farklılık var mıydı? Özel olarak, bunun bir ifade özgürlüğü meselesi mi yoksa kutsal olana saygı meselesi mi olduğuna dair anlayışta bir farklılık var mıydı?
-Öncelikle belirtmek isterim ki bu karikatürler birden ortaya çıkmadı; bunları ortaya çıkaran ortam çok öncelerden oluşmuştu. Siyasi tartışmalar, medyadaki tartışmalar ve sokaktaki adam uzun yıllardır İslam karşıtı bir retorik geliştirmekteydi. Karikatürleri yayınlayan gazete de, yaptığı İslam karşıtı işlerle tanınan bir gazetedir. Bunu yapan herhangi bir kişi değildi, bilakis son derece İslam karşıtı olan bir gazete ve bu gazetenin benim gözümde tam bir "deli" olan editörüydü.
Her seferinde kullandıkları argüman şuydu; "Danimarka'da ifade özgürlüğü vardır." Bu, duyabileceğiniz en büyük yalan, zira Danimarka'da veyahut da başka bir Avrupa ülkesinde ifade özgürlüğü yok.
Bu, çok iyi planlanan bir provokasyon gibiydi. O zamanlar canımı sıkan bir konu da şuydu; karikatürlerin yayınladığı gün karikatürlerin altında Müslümanların demokratik bir toplumda yaşadıklarını ve aşağılanmayı, küçük düşürülmeyi ve hor görülmeyi öğrenmeleri gerektiğini belirten bir yazı bulunuyordu. Eğer iddia edildiği şekilde karikatürlerin amacı Müslümanların topluma entegre olmalarını sağlamaksa, insanları entegre etmenin yolu bu mudur? Onları hor görmek ve aşağılamak mıdır? Sizin çıkış noktanız bu mudur? Bu süreç, benim gözümde iyi planlanmış bir provokasyondur.
ImageİFADE ÖZGÜRLÜĞÜ BÜYÜK BİR YALAN
-Gazete kendini yalanlamış oluyor. Kimseyi aşağılamadıklarını iddia etmişlerdi.
-Böyle diyorlar ama "aşağılamak" sözcüğünü kullanıyorlar. İkinci husus da şu; Müslüman cemaati hem gazete ile hem de hükümet ile diyalog kurmak için mümkün olan her yolu denedi, ama onlar bu diyaloga yanaşmadılar. Müslüman elçi o dönemki Başbakan Rasmussen ile görüşmek istedi fakat o bunu reddetti.
Her seferinde kullandıkları argüman şuydu; "Danimarka'da ifade özgürlüğü vardır." Bu, duyabileceğiniz en büyük yalan, zira Danimarka'da veyahut da başka bir Avrupa ülkesinde ifade özgürlüğü yok. Danimarka'da eğer ben size ırkçı dersem beni mahkemeye çıkartabilirsiniz ve bu nedenle hapse atılabilirim. Kraliçeyi aşağılayamazsınız; Danimarka'da nefret söylemine karşı bir yasa bulunmaktadır. Tüm kanunlar karşısında, tüm bu ayrımlar karşısında nasıl mutlak bir ifade özgürlüğümüz olduğu iddia edilebilir ki? Ayrıca ifade özgürlüğü anayasada kısıtlanmıştır. Anayasada şöyle der, "sorumluluk dâhilinde ifade özgürlüğü" - hakkında yazdığınız topluluğa ve gruba karşı olan sorumluluk.
Buna inanmayabilirsiniz, fakat eğer Danimarkalı politikacılara ya da Danimarka hükümetine karşı bir şey söylersem onlar ensemde biter ve şöyle derler, "Bunu söylemeye nasıl cesaret edersin?" O halde benim ifade özgürlüğüme ne oldu? Bugün Avrupa'daki ifade özgürlüğü sadece beyaz Hıristiyanlar için geçerli, başkası için değil. Bu, benim düşünceme göre yanlış bir şey. İfade özgürlüğü ya herkes için geçerli olmalıdır ya da hiç kimse için geçerli olmamalıdır. Bu, ifade özgürlüğünün kötüye kullanımıdır. Çok saygı duyulan eski bir dışişleri bakanı şöyle demişti, "Tamam, bu insanların ifade özgürlüğü var; düşüncelerini açıklama hakları var. Ancak, bunu açıklamak zorunda değiller."
AVRUPA'NIN EN BÜYÜK SORUNU KİBİR
-Peki, bu bağlamda sizin düşüncenize göre Avrupa'daki en ciddi sorun nedir? İfade özgürlüğünün kötüye kullanımı mı yoksa önyargı mı?
-Bence Avrupa'daki en büyük sorun kibir. Bir siyasetçi olarak zamanında kolonilere sahip oldukları için, birçok Avrupa ülkesinin halen kendilerinin diğerlerine karşı üstün olduklarına inandıklarını düşünüyorum. Kendilerinin diğer insanlara karşı üstün olduklarına gönülden inanıyorlar. Bu zihniyete, bu koloni kökenli düşünceye sahip oldukları sürece durum iyiye gitmeyecektir. Sorun toplumdan kaynaklanmıyor; sorun gücü elinde bulunduranlardan kaynaklanıyor. En nihayetinde, gücü elinde bulunduranlar Avrupalı siyasetçiler ve medya. Benim hiçbir gücüm yok. Bu güç dengesi bozuk olduğu sürece istedikleri şeyleri söyleyebilirler ve yaptıkları şey de bu.
Bizim aktivistlere ihtiyacımız var. İnsanların İslam dininin sadece namaz ve oruçtan ibaret olmadığını, aynı zamanda bir ekonomik sistem ve adalet sistemi olduğunu fark etmeleri için İslam'ın ruhu hakkında ve İslam'ın kendileri için ne anlam ifade ettiği hakkında konuşacak insanlara ihtiyacımız var.
DEMOKRASİ DEĞİL ÇOĞUNLUĞUN DİKTATÖRLÜĞÜ
-İsviçre'deki son gelişmeler hakkında ne düşünüyorsunuz? Demokrasi hakkı demokrasinin kendisi tarafından kötüye kullanılıyor gibi görünüyor.
-Ben buna çoğunluğun diktatörlüğü diyorum. Durum şu; Avrupa'daki insanlar demokrasinin temel kuralının herkesin eşit haklara sahip olması olduğunu unutuyorlar. Kültürel haklar, sosyal haklar, ekonomik haklar ve dini haklar... İnsanlar bu haklara saygı göstermeli. Eğer azınlıkların haklarına saygı göstermezseniz, bu nasıl bir demokrasidir? Gerçek bir demokraside bu tür kanunlar asla yürürlüğe girmez. İkinci husus da şu; bugünün siyasetçileri seçimleri kaybetmekten o kadar korkuyorlar ki dört seneden fazla ileriye bakmıyorlar. İşte bu yüzden İsviçre'deki ana akım partiler sessiz kalıyor ve sağ kanat partiye bir şey demiyorlar. Şikâyeti başlatan sağ kanat partiydi. Bunu ana akım parti başlatmadı, fakat bunun olmasına izin verdiler. Bu siyasi çıkardır ve bir de biz istediğimizi söyleyebiliriz ve azınlıklar da bunu kabul etmek zorunda diyen bir kibir mevcut. Bu zihniyet var olduğu sürece, bu durum devam edecektir. Birkaç yıl içerisinde camilerin olmaması gerektiğini söyleyen bir kanun da geçireceklerdir. Ne yapacağız? Parlamentoda oy hakları var ve bunu yapabilirler.
-Tüm bu olumsuz gelişmelerin dışında bir eğilim de mevcut. Örneğin, Danimarka'da İslam hakkında meraklı olan bir grup insan ve Müslüman olan bir grup insan bulunuyor. Bir taraftan halen büyük bir İslam korkusu varken bunu nasıl açıklayabiliriz?
-Bu insanların müdahil olmalarının iki nedeni var. İlk neden şu; insanlar bir dinin saldırıya uğradığını fark ettiklerinde o dine karşı ilgi duyuyorlar. Sorun nedir? Neden insanlar bu dine saldırıyor? Bilmemiz gereken başka şeyler var mı? Bu dini incelemeye başladıklarında kendi kararlarını veriyorlar. İkinci husus ise; bugün İslam'ı seçen kişilerin çoğu genç insanlar. Avrupa'daki yaşam tarzı onlara çok geniş bir özgürlük sunuyor ve onlar bazen bu özgürlüğü nasıl kullanacaklarını bilmiyorlar. Hayatlarında bir yapıya ihtiyaç duyuyorlar. İslam ile karşılaştıklarında İslam'ı çok yapılanmış bir din olarak görüyorlar ve bu onları çekiyor. İşte bu yüzden İslam genç insanlar arasında çok popüler.
Güç kaybetmekten korkan Kilise, vergi mükelleflerini kaybetmek istemeyen krallar ve siyasi akımlar İslam karşıtlığı düşüncesini başlattı. Bunun doğal bir tepki olup olmadığını bilemem, ancak bu tepki çok nahoş bir şekilde gösterildi. Hz. Muhammed (sav)'in itibarını sarsmak ve böylece İslam'ı gözden düşürmek için doğrudan O'na saldırdılar.
MÜSLÜMAN AKTİVİSTLERE İHTİYAÇ VAR
-İslam'a yönelik ilgideki bu artış bu süreci etkileyecek midir?
-Çok uzun vadede bunun etkisi olacaktır. İslam'a geçenlerin sayısı o kadar fazla değil. Ayrıca İslam'a yeni geçenler ya çok dindar oluyorlar ya da çok münzevi oluyorlar. Bizim aktivistlere ihtiyacımız var. İnsanların İslam dininin sadece namaz ve oruçtan ibaret olmadığını, aynı zamanda bir ekonomik sistem ve adalet sistemi olduğunu fark etmeleri için İslam'ın ruhu hakkında ve İslam'ın kendileri için ne anlam ifade ettiği hakkında konuşacak insanlara ihtiyacımız var. İslam dininde insanların bilmediği birçok şey var. Genç insanların İslam'ı seçmesi olumlu bir şey, ancak bunun etkili olacağını beklememeliyiz.
Müslüman sivil toplum örgütlerinden ya da işe yarayan bir şeyler yapabilecek Müslüman aktivistlerden oluşan bir kuruluş oluşturmak daha iyi olacaktır.
-İslamofobi kavramına gelmek istiyorum. Bu kavramın çok öncelere dayandığını söylüyorsunuz. İslamofobi kelimesi o zamanlar da kullanılıyor muydu?
-İslamofobi yeni bir sözcük. Birleşik Krallık'taki Runnymead kuruluşu İslamofobi hakkında bir rapor yayınlamıştı. Ancak, İslam karşıtı propaganda kavramı çok eskilere dayanıyor. Ben buna İslam'ın şeytanlaştırılması adını veriyorum. Bu, İslam'ın başlangıcından itibaren ortaya çıktı. Güç kaybetmekten korkan Kilise, vergi mükelleflerini kaybetmek istemeyen krallar ve siyasi akımlar İslam karşıtlığı düşüncesini başlattı. Bunun doğal bir tepki olup olmadığını bilemem, ancak bu tepki çok nahoş bir şekilde gösterildi ve bu tepkinin amacı taraflardan birinin bir argüman sunması, diğer tarafın da bir argüman sunması ve bu argümanların meseleyi halletmesi değildi. Hz. Muhammed (sav)'in itibarını sarsmak ve böylece İslam'ı gözden düşürmek için doğrudan O'na saldırdılar.
-İslam karşıtı nefret kelimesini kullanıyorsunuz. Şunu da sormak istiyorum; İslamofobi terimini kullanmanın kavramın kendisini meşru kıldığını belirten bazı eleştirmenler var. Bu nedenle, eğer İslamofobi kavramının üzerinde çok durursak, bu durum gerginliğe ve daha fazla çatışmaya neden olur mu?
-Evet. Fakat baş ağrınız olduğunda ve doktora gittiğinizde ona dersiniz? Bağ ağrınız olduğunu söylersiniz. Bacağınızın ağrıdığını söylemezsiniz. Adını ne koyarsanız koyun, İslam karşıtı nefret gerçek bir olgudur. Müslümanların barışçıl bir yüzleşmeden korkmamaları gerektiğini düşünüyorum. Yüzleşme çoğunlukla daha iyi bir anlayışla sonuçlanır. Benim düşünceme göre sessiz kalmak daha kötüdür. İslam karşıtı duygular, İslam karşıtı retorik ve 11 Eylül hakkındaki tartışmaların Avrupalılarda Avrupa'daki Müslümanların varlığı hakkında bir farkındalık oluşturduğunu da düşünüyorum ve bu bağlamda bu farkındalık iyi bir şey. Bunun olumsuz şekilde değil olumlu şekilde yapıldığını umuyorum. Çinli bir siyasetçi şöyle demişti, "Fareyi yakaladığı sürece kedinin beyaz ya da siyah olması önemli değildir." Bu bağlamda fareyi yakalamak insanların barış içinde yaşaması anlamına geliyor; kimse kimseyi aşağılamıyor ve kimse kendini diğerlerinden üstün görmüyor. Bu bizim için de geçerli. Müslümanlar Avrupa kültürü hakkında kötü şeyler söylememeliler. Huzurlu ve saygın bir şekilde yaşamama izin verildiği sürece ne yaptığınızla ilgili bir sorunum yok. Ben bir haçlı değilim; ben bir kültür elçisi değilim. Aynısını yapmaya beni zorlamadıkları sürece istedikleri şeyi yapabilirler. Fakat aynı hakları ve aynı saygıyı isterim. Aynı görevleri yerine getiriyorum; neden aynı haklara sahip olmayayım ki? İstediğim şey bu. Bana göre demokrasinin anlamı budur.

26 Nisan 2012 Perşembe

Âh Bu Şarkıların Kökü Kurusun!




Uzun zamandır yazmayı hayal ettiğim bir yazıydı bu. İnsanımızın ahlâki düşüşünü, inanç dünyasındaki tahribatı, maddi ve manevi  değerlerinden kopuşunu, şarkıların şahitliğinde anlatabilir miyim diye hep düşünürdüm... Bu eskimeyen şarkılarımızı ne zaman  dinlesem, gönlüme bir takım ilhamlar doğar ve kendi içimde bu sorunun cevabını arardım.

 

angi kitapları okuduğu, nelere güldüğü ve hangi tür müzik dinlediği, bir insanın karakterine dair ipuçları verirmiş. Belki bu üçlünün son  iki tanesi bir insanın ahlâkî seviyesini de göstermesi açısından son derece mühimdir.
Uzun zamandır yazmayı hayal ettiğim bir yazıydı bu. İnsanımızın ahlâki düşüşünü, inanç dünyasındaki tahribatı, maddi  ve manevi değerlerinden kopuşunu, şarkıların şahitliğinde anlatabilir miyim diye hep düşünürdüm... Bu eskimeyen  şarkılarımızı ne zaman dinlesem, gönlüme bir takım ilhamlar doğar ve kendi içimde bu sorunun cevabını arardım.
Türedi şarkıcılar kulaklarımı her tırmaladığında “Ah bu şarkıların gözü kör olsun” diyen Avni Anıl’ın serzenişini biraz haksız bulmaya  başladım.Bence bu çok erken yapılmış bir sitemdi. Günümüz şarkılarıyla kıyaslarsanız, bir âyin edasıyla dinlediğiniz o eski şarkıların  insana derûnî bir huzur verdiğini hissedersiniz. Lâkin bu gün piyasaya müzik diye sürülen “kökü kuruyasıca” saçmalıkları  Allah’tan korkmadan, kuldan utanmadan dinleyebiliyorsanız, inanın bu size ayıp olarak yeter de artar bile…
Sevdiği güzelin gül yüzüne baktığı için duyduğu pişmanlıkla “ayıplama beni” diyerek yârinden af dileyen, “ettiğim hatayı, günahımı  bağışla ey güzellik Sultanı” diyen âşıkın sâfiyetine bir nigâh edin: Ruhsârına aybette nigâh ettiğimi Gözyâşı döküp nâle vü âh ettiğimi Ey Pâdişeh-i hüsn terahhum çağıdır Affeyle ki bilmişem günah ettiğimi Peki şu çirkin nağmelerin pespâyeliği  mümkün müdür ki  aynı milletin evlatlarından sadır olsun?
Doya doya seviş benimle hadi Açık saçık konuş benimle hadi Buram buram yaseminler tüterken Alev alev tutuş benimle hadi
Bu edepsizliğe buram buram tüten yâseminler şahitlik ederken, Münir Nureddin’in nağmelerinde çılgın bir bülbülün îlân-ı aşkına  muhatap olup da “utanarak sükût eden bir gül” bulursunuz:
Dil uyur mest olarak yâr-ı dilârâ söyler Gül susar şerm ederek bülbül-i şeydâ söyler
Konuştuklarını merak edip dinlemek isterseniz onlardan “açık saçık” şeyler değil güzel bir kıssa-i aşk dinlersiniz:
Şeb-i yeldâda uzar fecre kadar kıssa-i aşk Tâ ki Mecnûn bitirir nutkunu Leylâ söyler
Bir de şu şarkıyı dinleyin Ahmet Özhan’dan:
Kapat gözlerini kimse görmesin Yalnız benim için bak yeşil yeşil Gözlerin kimseye ümit vermesin Yalnız benim için bak yeşil yeşil
Bakışında bile bir iffet olan bir güzele mukâbil, Tarkan’ın şarkısında anlatılan şu “arsız” sizi tiksindirmez mi?
Takmış koluna elin adamını. Beni orta yerimden çatlatıyor. Ağzında sakızı şişirip şişirip. Arsız arsız patlatıyor.
Severse soldan silerse sağdan inersin hobba” diyor bak bir tanesi de… Hani insan sormadan edemiyor: “Sen taksi misin?”
Ne zaman şu şarkıyı dinlese insan, içinde derin bir tahassür uyanır:
Bir bahar akşamı rastladım size Sevinçli bir telaş içindeydiniz Derinden bakınca gözlerinize Neden başınızı öne eğdiniz.
Sakın bu şarkıyla coşan hissiyatınıza kapılarak güzel bir bayanın gözlerine derinden bakmaya kalkmayın! Zira alacağınız cevapla  kendi derinliğinizde boğulabilirsiniz. Mesela şuna ne dersiniz:
Hiç bana bakma olmaz oğlan Başkasına yuvarlan
İnsanlar yuvarlanıp gidiyor ya artık, ha o, ha diğeri, zaten “hepsi bir” değil mi?
Ah dili sesi büzüşesiceler…
Bir zamanlar güzeller “bir özge can”mış. Buyurun şarkının devamını bir de benden dinleyin: Âşıklar levend olsa, Sevdâlar kemend  olsa, Birbirine bend olsa, Ele geçmez o âhu. Lâkin “yolları gözlenen, yürekten özlenen” o “ele geçmeyen” güzellerin yerine bakın neler gelmiş:
Elimi sallasam ellisi Biri gider gelir birisi Ne sanmış bu kız kendini Bulamam mı zannetti Bulurum bulurum söyle O kıza selam söyle …
Yâriyle bir kereden başka buluşamayan âşığın ettiği sitemlere ve onu en azından rüyada olsun görmeye razı oluşuna bakar mısınız;
Gelmedin bir kereden mâdâ neden? Başka hiçbir şeyle gönlüm dolmuyor... Razıyım rüyada görsem gelmesen, Aşk yanan gözlerde  gün hiç solmuyor. Uykusuz gözlerde rüya olmuyor…
Bir de şu şarkıdaki bomboş hislere bakın:
Aramazsan arama yar aramazsan arama Zaten merhem olmazsın sen benim gönül yarama”
Bu ne saçma sapan bir umursamazlıktır ki, seven hiçbir insana yakışmaz...
Âşığın içinde çırpınıp durduğu şu tereddüt hâlinin güzelliğine bakın bir de: Sevgilisine bir şey söyleyecek; ama “sarahaten”  söylemeye cesareti yok. Nazından çekinir, hiddetinden korkar. Yâri insafsızdır “ya kızar konuşmazsa!...” Fakat içindeki ıstıraba yenik  düşer ve ona ancak şunu diyebilir:
Desem ki ben seni pek çok… Sakın gücenme emi! Sakın gücenme eğer anladınsa sevdiğimi...
Şu şarkıda “hiç kimse dolduramaz kalbimdeki yerini” diyen âşıkın ayrılıktan duyduğu utancı hissedersiniz:
Söyleme bilmesinler bu aşkın bittiğini, Neden beni bırakıp terk edip gittiğini,
Bu da “sevgilisine titreyerek sarılıp” sabahı zor eden bir başka şarkıcı parçasının ayrılık sonrası hissiyatını ifadesidir. (Zannedersiniz ki iki iş ortağı ayrılıyor…)
Gideceksen eğer gelirim diyerek, Bir daha geri gelme! Elde ne varsa sende kalsın. Umurumda değil eller alsın! O kadar zararım  olsun varsın... Geri hiçbir şey verme! Bir daha geri gelme
Neymiş? Umurunda değilmiş, eller alsınmış! Hâlbuki bu heriften bir nesil önce Necmi Rıza “Hangi kitap yazıyor ben sevem eller ala! Ölürem yâr yetîmem yâr garîbem yâr” diye göz yaşı döküyordu sevdiğinin ardından. İnsanımız ne zaman bu kadar “kitapsız” kaldı ki?
Belki de insanlar gerçekten sevmiyordur. Sadece şu şarkı bile artık sevenlerin maksadının “asılmak” ya da “sarkıntılık” olduğunu ispata kâfidir:
Bana ah çektirme aşk Eline düştüm elimle Nasıl güzelsin öyle Asılı kaldım sende
(Vay asalak vay! Daha insan olamadın mı sen zigot?!)
Şimdi ben, şu soruma cevap isterim. Bu denli seven ve kıskanan bir insan hayatını günümüz çağdaşlık anlayışıyla nasıl devam ettirebilir ki?
Saçın yüzüne değse telini kıskanırım Birine söz söylesen dilini kıskanırım Kıskanırım seni ben kıskanırım kalbimden Bu nasıl aşk  Allah’ım öleceğim derdimden

Eskiden “gözlerinin rengi kadar kalbi güzel” olan “kız”ların bu gün artık “arabası var”dır, fakat “maalesef ruhu yok”tur. Zavallılar “kudur  kudur baby” şarkısını dinleyerek çoktan kudurmuştur. “Çılgın, bir günlük hevese” dönüşen sevgililerin ardından da geriye bir şarkı kalır: “Boynuma dişini taktın takalı/Kanımda dengeler değişiyor.”

Bir başka kıskançlık şarkısında âşığın temennilerini gözden geçirdiğinizde ona şu tavsiyeyi yapasınız gelir: “Kardeş siz astronot olun, gidin ayda kendinize mutlu bir uzay üssü kurup mesut ve bahtiyar bir ömür sürün. Bu dünyada size yer yok.”
Aha da size güfte:
Gözlerinin içine başka hayal girmesin! Bana ait çizgiler dikkat et silinmesin! İstersen yum gözlerini tıpkı düşünür gibi. Benden evvel başkası bakıp seni görmesin!  
Güzellerin sadece rüyalarda görüldüğü bir zamanda kim bilir rüyalar ne kadar güzeldi? Zekai Tunca’nın şarkısına inat, güzellerin sokağa düştüğü, teknolojinin nimetleriyle piyasa edildiği bu gün, hayat bile artık eskisi kadar güzel değil…
Yıldızlara baktırdım fallarda çıkmıyorsun Seni görmem imkânsız rüyalarım olmasa Pencereden bakmıyor yollara çıkmıyorsun Seni görmem imkânsız rüyalarım olmasa...
Hâlbuki İsmail YK gibi “İnternet kafeye” gidip “Facebook sayfasına” girse “Adını çılgın diye” verip “üye” olsa pek âlâ Zekâi Bey’de  internetten bir güzel bulamaz mıydı?
Bulamazdı… Çünkü “artık bu solan bahçede bülbüllere yer yok. Bir yer ki sevenler, sevilenlerden eser yok!” Herkesin yalan sevgileriyle boy gösterdiği bir podyuma dönen dünyamızda artık sevgiler ve sevgililer üç beş gün giyilip sonra çöp sepetine atılıveren  birer elbiseye dönmüştür: “Onun aşkı bana extra large… Giydim ama benim boyum kaç, benim kilom kaç, daha benim yaşım kaç.”
Eskiden “gözlerinin rengi kadar kalbi güzel” olan “kız”ların bu gün artık “arabası var”dır, fakat “maalesef ruhu yok”tur. Zavallılar “kudur  kudur baby” şarkısını dinleyerek çoktan kudurmuştur. “Çılgın, bir günlük hevese” dönüşen sevgililerin ardından da geriye bir şarkı  kalır: “Boynuma dişini taktın takalı/ Kanımda dengeler değişiyor.”
Geldiğiniz bu seviyesizliği ne kabullenebilir ne de inkâr edebilirsiniz. Ya bu şarkıları söyleyenler, dinleyenler, beğenenler bu milletin evlâdı olamaz, yahut da “Bana bir aşk masalından şarkılar söyle” isimli şarkı Türk Müziği repertuarından çıkarılmalıdır artık:
Seni sevdim diyebilsem ölürüm inan O güzel gözlere baksam eririm bir an
Şu iki şarkının sözlerini de hadi ben yorumlamayayım. Siz mukayese ediverin. Sadece güftenin zihninize getirdiği ilk düşünceler bile yeter benim için:
Üzülme sen meleğim gün olur kavuşuruz Ecel ayırsa bile mahşerde buluşuruz.
Bu da günümüz müziği:
Şeytan diyorki yanaş şuna Adını anma sataş şuna Deli kader seni karşıma çıkaracak mı bilen yok?
Alın size gönlünüzü kanatacak son bir iki şarkı daha:
Münir Nureddin’in “Söyle bana gözbebeğim, Dalım yaprağım çiçeğim” bestesinde veya Zeki Müren’in “Koklamaya kıyamam benim  güzel manolyam” nağmelerindeki, İsmet Nedim’in “Arım balım peteğim, Gülüm dalım çiçeğim” diyen bestesinde, çiçek gibi zarif insanlar arzı endam ederken, şu şarkının mısralarını yazanın hangi insani hislere sahip olabileceği sorusuna bir cevap bulabilir misiniz? Bakın insanlar sevdiklerine neler deyip bir de bunu dillerine şarkı edinebiliyormuş.
Seni çöpe atacağım, poşete yazık! Bir sigara yakacağım, ateşe yazık!
Bir cemiyette ahlâk bir kere ayağa düşmeye görsün. Ayaklar yolunu bir kere şaşırmaya görsün! Bizlerin nereden nereye geldiğini,  düştüğümüz içler acısı hâli en güzel ifade eden nağmeler de bence şu mısralarda saklıdır:
Bir eser kalmamış eski hâlinden, Yazık geçmez akçe, pula dönmüşsün! Hayâl mi gerçek mi gördüğüm bilmem? Elden ele gezen güle dönmüşsün…
Söyleyebileceğimiz son söz de şu olsa gerek:
“Maziye bir bakıver neler neler bıraktık!”

21 Nisan 2012 Cumartesi

delailül hayrat

yazılış hikayesi şöyledir:
talebelerinin sayısının on binleri bulduğu rivâyet edilen muhammed cezûlî, bir gün bir kuyu başına abdest almak için uğradı. kuyunun yanında su çekmek için kova ve ip yoktu. ne yapacağını şaşırmıştı. bir kız, onun bu hâlini yüksekçe bir yerden gördü ve ona şöyle dedi: -sen kimsin ve niye şaşırdın? muhammed cezûlî, onun kova getireceği ümîdi ile kendisini tanıttı ve hâlini bildirdi. kız bunun üzerine ona; -insanlar seni hayır ve kerâmetle överler. sen ise kuyudan su çıkarmaktan âciz kaldın ve şaşırdın,dedi ve gelip kuyuya seslendi. allahü teâlânın izni ile su, kuyudan taşıp dışarıya akmaya başladı. muhammed cezûlî abdest aldıktan sonra kıza; -sen bu kerâmete hangi amelin sebebi ile nâil oldun?" dedi. kız da; -resûl-i ekreme salevât-ı şerîfeyi çok getirmekle ve salevât okumaya devâm ederek kavuştum, diye cevap verdi. muhammed cezûlî, bu duruma hayret ederek; "acabâ hangi salevât-ı şerîfeyi okumaya devâm etsem?" diye düşünmeye başladı. o gece, bu düşünceden dolayı uyuyamadı. bu düşünce içerisinde yatakta yatarken, hanımı yatağından kalktı. en güzel elbisesini giyip, örtüsünü örtüp evden dışarı çıktı. bunu görünce, hanımının bu saatte nereye gittiğini merak ederek arkasından dışarı çıktı ve onun deniz kıyısına doğru gittiğini gördü. önünde ve ardında bir arslan ona bekçilik ediyordu. merakı daha fazla arttı. hanımı kıyıya varınca denize girdi ve yürümeye devâm etti, sonunda küçük bir adaya ulaştı. arslanlar denizin kıyısında yattılar. orada abdest alıp, namaz kılmaya başladı. ibâdetten sonra, yine su üzerinde yürüyerek kıyıya geldi. arslanlar da kalkarak, biri önde, diğeri arkada yürümeye başladılar. muhammed cezûlî daha önce eve gelip, uyuyor göründü. hanımı, eve gelip elbiselerini değiştirip, yattı. "hanım bunu her gece mi yapıyor?" diye düşünerek, üç gece onu gözetledi. hanımının her gece böyle yaptığını gördü.üçüncü gecenin sabahında, bu durumu hanımına sordu. hanımı ona; -siz, bu işe şimdi mi vâkıf oldunuz? uzun senelerdir ben böyle yapıyorum, dedi. bunun üzerine muhammed cezûlî; -acabâ, bu kerâmete ne sebeple kavuştunuz? diye sorunca, hanımı; -resûl-i ekreme salevât-ı şerîfe okumayı hiç bırakmadım. nîmete bu yüzden kavuştum,dedi. muhammed cezûlî; -devâm ettiğiniz bu salevât-ı şerîfe hangisidir? diye suâl etti. hanımı cevap vermedi. ısrâr edince; -bu gece istihâre edeyim, izin olursa, cevap veririm, dedi. sabahleyin hanımı; -açıkça söyleyeyim, haber vermeye izin yoktur. ancak salevât-ı şerîfeleri topla, onların içinde varsa, "vardır" diye haber veririm." dedi. bunun üzerine muhammed cezûlî, birçok kitaplarda bulunan salevât-ı şerîfeleri topladı ve bir kitap yazdı. hanımına, yazdığı bu kitabı okuduğu zaman, hanımı; "içinde birkaç yerde vardır." dedikten sonra; "bu kitabı okumaya devâm edenin, allahü teâlânın rahmetine kavuşacağında şüphe yoktur." dedi. muhammed cezûlî bu eserine; hayırlara deliller ve nûrların doğuşu mânâsına gelen delâil-ül-hayrât ve meşârık-ul-envâr ismini verdi.

delâil-ül-hayrât'ta toplanmış olan salevât-ı şerîfelerden bâzıları şunlardır:
"allahümme salli alâ muhammedin ve ezvâcihî ve zürriyyâtihî kemâ salleyte alâ ibrâhîme ve bârik alâ muhammedin ve ezvâcihî ve zürriyyâtihî kemâ bârekte alâ âli ibrâhîme inneke hamîdün mecîd.""allahümme salli alâ muhammedin kemâ salleyte alâ ibrâhîme ve bârik alâ muhammedin ve alâ âli muhammedin kemâ bârekte alâ ibrâhîme inneke hamîdün mecîd.""allahümme salli alâ muhammedin-in-nebiyy-il-ümmiyyi ve alâ âli muhammed.""allahümme salli alâ muhammedin ve alâ âli muhammedin kemâ salleyte alâ ibrâhîme ve alâ âli ibrâhîme inneke hamîdün mecîd. allahümme bârik alâ muhammedin ve alâ âli muhammedin kemâ bârekte alâ ibrâhîme ve alâ âli ibrâhîme inneke hamîdün mecîd. allahümme ve terahham alâ muhammedin ve alâ âli muhammedin kemâ terahhamte alâ ibrâhîme ve alâ âli ibrâhîme inneke hamîdün mecîd. allahümme ve tehannen alâ muhammedin ve alâ âli muhammedin kemâ tehannente alâ ibrâhîme ve alâ âli ibrâhîme inneke hamîdün mecîd. allahümme ve sellim alâ muhammedin ve alâ âli muhammedin kemâ sellemte alâ ibrâhîme ve alâ âli ibrâhîme inneke hamîdün mecîd.""allahümme bârik alâ muhammedin ve alâ âli muhammedin kemâ bârekte alâ ibrâhîme inneke hamîdün mecîd.""allahümme salli alâ muhammedin ve alâ âlihi ve eshâbihî ve evlâdihî ve ezvâcihî ve zürriyyetihî ve ehl-i beytihî ve eshârihî ve ensârihî ve eşyâihî ve muhibbihî ve ümmetihî ve aleynâ maahüm ecmaîne yâ erhamerrâhimîn."

17 Nisan 2012 Salı

...love knows no command...



Sometimes the sea lies before one’s eyes, but one doesn’t even dream of having a swim... Unfortunate...but it happens. Very recently, my heart touched the warm, eternal blueness of a verse in the Qur’an. While it was right before my eyes all these years, I never managed to let my heart delve in... Now, am I in the sea then? Have I delved deep enough?
Touching the eternal is, of course, eternal. And can one limit one’s share from the eternal? Even writing this piece as if it were “my discovery!” might be disrespect to the “more and more” of the concept of discovery. Of course, there is much more to discover than what has already been discovered. Nevertheless, let us share to the extent of our discovery.
Let us now delve into the eternally deep blueness of this verse together.
Here’s the address: Al-i Imran: 31
It starts with “Say...”
There is much to say about this “Say!”. To “Say!” is left to the Messenger by the Owner of the Word. Why? Because, soon after, He will invite us to follow the Messenger. But He does not invite on behalf of His Messenger; He would like the Messenger to make the call. With His Lordly kindness, He provides an example of “following”. “Say: "If you indeed love God, then follow me, so that God will love you…” He could have also said: “If you do love me, follow my Messenger, so I will love you...” In this way, there would be no need to say “Say...”
If that were the case, the call for following the Messenger would not be so explicit. The One, who left the call to the Messenger, offers an example of way of following him. In fact, God –surely – is not compelled to follow; He does not have to imply that He is a follower in the first place...
How far from one another, are the words love and compulsion! If there is compulsion, there is no love. In fact, if one is forced, they no longer love what they used to love. There is no need for compulsion and can be no mention of coercion where there is love.
In actual fact, the verse conceals the message “you don’t have to either!” as a subtle undercurrent... This is because, we soon come to understand that we as servants “are not compelled” to follow the Messenger. I am well aware that you are asking, “What on earth is this?!”
What does ‘obligation’ mean? To be obligated. What place does a word that involves ‘obligation’ or ‘force’ have before the term ‘following the Messenger’? Is it at all appropriate? Especially if the cause and result of this call to “obedience/conformity” is “love”, which cannot, under any circumstances be forced...
Let us examine the precondition of the call to follow the Messenger: “If you do love Allah...” Let us also consider the outcome: “so that God will love you…” In the verse, “following” is positioned between two loves.
How far from one another, are the words love and compulsion! If there is compulsion, there is no love. In fact, if one is forced, they no longer love what they used to love. There is no need for compulsion and can be no mention of coercion where there is love.
Deep in the adage “you cannot force goodness”, the following meaning is also hidden: “no goodness remains where there is force”. Where there is compulsion, all goodness is ruined. Goodness cannot tolerate compulsion.
Loving is an action of the heart; the heart cannot be forced, or tolerate compulsion. (Had love merely been an action of muscles, perhaps then one could have loved by force, and there could have been those who were forced to love!)
Any act that does not begin with love of God, a deed which does not hold within it expectation of God’s love does not in essence deserve to be called “sunna”, even if it matches the sunna in form.
The reason why “following” the Messenger is mentioned between two “loves” must be to remind us that the behaviors we know as “sunna” are not hollow shells, but are actions performed not with bodily muscles, but with the heart. That is to say, sunna is actualized not by the movements of muscles, but first and foremost with the movement of the heart. Any act that does not begin with love of God, a deed which does not hold within it expectation of God’s love does not in essence deserve to be called “sunna”, even if it matches the sunna in form.
Right at this point, let us reconsider the “sunna” and the “fard[1]. After all, is not fard at the very least a “sunna” since it is represented and translated into action by the Prophet, upon him be peace and blessings?
Are we invited to follow the Prophet, peace be upon him, via the threat “obey or else!”? Why would the Creator, who created our countenances out of nothing and Who increases the affection we feel for ourselves each time we look in the mirror, wait for us on a path of compulsion? However much we are content with our own existence and have no objection to even our eyelashes, are we not supposed to tread on the ‘path’ that He made for us without feeling compulsion, and not as obligation, but with complete love and readiness? Why should my Maker, who loved me even when I did not exist, who created and fashioned me in the best way , and who loved me even when I did not love myself, invite me to a path that is “unlovable”, “unnecessary”, “purposeless”, “forcible”?
Following the Messenger depends on love... Your being able to love; moreover, your love of God. “Say, if you know anyone who is more worthy of your love than God, then do not follow me...” “Say, if loving some other than God is more profitable or beneficial for you, then do not conform to me...” “Say, if it is difficult for you to love the One who created you out of nothing and fashioned you into a human being, do not abide by me...”
Again, “Say, if you love someone who does not watch over you, and never remembers you in your absence more than your Lord, Who remembers you when noone else does and chooses you as one worthy of remembrance , then do not walk in my footsteps...”
And “Say, if you deem those who did not see you as worthy of remembrance as more deserving of your love than the One who loved you even before you knew yourself, then do not walk on my path, but on theirs.”
Love is not an uphill walk; it is a flow. It is a voluntary joining. Even if by chance uphill, it is a walk taken willfully.
In short: Love is the first requisite of following the Prophet. There is no compulsion in love. Love cannot be forced. Love is not an uphill walk; it is a flow. It is a voluntary joining. Even if by chance uphill, it is a walk taken willfully. One does not get tired by loving. Through love, one is revived, and revives. Nobody can be expected to love by force. Thus, no action of the sunna whatsoever is ‘forced’.
Each call for others to follow contains a second question: “What will happen when I follow? Where will I end up if I walk in His footsteps? What will I gain through walking with Him?
Our Lord’s answer is very familiar and endearing: “Being loved.” “Say: "If you indeed love God, then follow me, so that God will love you…” That is, “Say, if you will gain more by being loved by someone other than God, it is not necessary that you follow me.” Again, “Say, if someone else’s loving you will save you from nothingness, from nonexistence, then do not follow in my footsteps...” And, “Say, if being loved by someone other than God will rescue you from the grave in the days to come, where no one will remember and revere you, where everyone will become accustomed to your absence, forget you, and forget that they have forgotten you, it is not necessary that you pursue my trail...”
And what is more... “Say, if it is someone other than God who does not cut-off your sustenance, and who does not disgrace you to others although He knows all your shortcomings, you can do without following me...” How meaningful it is that the last part of the verse takes being loved by God to the peak of description: “May God love you so much as to forgive, en masse, all your sins and failings, ignoring them, as it were.
It is for this reason that –contrary to common belief – God does not have “commands and prohibitions”. In other words, God does not “bombard us with commands” in the sense that we are used to. It would be an injustice to God’s commands and prohibitions to approach them like a military “pecking order.”
Where there is love, there is no need for commands or prohibitions... Only those undeserving of love bombard others with commands. Only the unloved and unloving are compulsorily and forcibly obeyed.
At no point of sunna, which begins with love and ends with love, is there ‘prohibition’; there is, instead, haram.
At no point of sunna, which begins with love and ends with love, is there ‘prohibition’; there is, instead, haram. The word "haram" derives from the word “hurma” (reverence). Therefore, believers’ “prohibition” emanates from their ‘reverence’. The sunna does not contain arbitrary or high-handed prohibition. Reverence always has a purpose. A person cannot honor one they do not love. They honor those they love and those from whom they expect love. They demand or prohibit certain things to themselves for the sake of their loved one. This prohibition is not from an external source, but comes from within.
Similarly, we cannot translate the word fard as “obligatory.” There is no room for free-will in obligation; there is free-will in fard. Whoever lives with God, honors Him, venerates Him, avoids doing what He tells them not to do, does not go where He tells them not to go, does not eat what He tells them not to eat. Every deed pertaining to haram and commandments, and every person and everything that is part of this relationship is the visible aspect of obedience to God.
Let us remember: Angels and Satan were tested with prostrating before Adam – not before God. Their obedience to God was tested through their obedience to Adam. Angels obeyed immediately, without hesitation or question. Satan, on the other hand, looked for justification, because doing something for God’s sake was not in question for him. He began to writhe in discomfort, with his “Yes, but...” sentence beginnings. He dared to say, “Yes, but I am made out of fire, Adam is of earth...” “Fire is superior to earth; fire does not bow down to earth,” he said. One excuse followed another. The issue, however, was not Adam who was made of earth – being of earth or fire did not matter. The issue was prostrating to Adam. The faith of the angels allowed them to see the sake of God within the earth of which Adam was created, while Satan saw nothing more than clay. Those who are thus so blind can only understand dry commands and prohibitions. There is no room for their heart in their obedience. With such blindness, could Satan have bowed down to Adam had Adam been of fire and him of earth? Absolutely not! Or, could he have been considered as having fittingly obeyed if he prostrated because he was created of earth, and Adam of fire? No! Because there would not have been reverence to God in this state either.
All kinds of obedience detached from love violate the courtesy of “following”. Therefore, sunna is as magnificent as loving most the One who most deserves being loved.
For instance, a believer does not eat pork; this is considered haram. A believer tries to be modestly dressed; this is Divine injunction. When having to deal with pork, the believer holds in the greatest esteem the sake of God, Who says “do not eat the meat of swine.” The pig is not of concern. A believer’s obedience is not contingent upon the scientific explanations pertaining to the harmful aspects of pig meat. When she covers her hair and chooses not to display her beauty outwardly, she considers and regards the sake of the One who bestows her hair as an ‘adornment’ before considering her hair per se. The veiling of one who ‘sees’ God, is conscious and voluntary, not forced. That is to say, more than merely covering the skin, veiling encompasses strong belief to the extent that one seeks and perceives the sake of God. As for having such awareness, this does not have a specific form or style; being aware of and seeking the sake of God is not something that can be debated, cut and measured, and sewn like the headscarf itself. A believer refrains from eating and drinking for the sake of God. They are veiled, and thus concealed for His sake. This is why veiling is decreed for “believing men and believing women.” Those who believe that they are seen by God consider their gaze, their hair and their skin each an adornment.
They do not receive orders, but know true value and deem something a command upon themselves.  They do not take heed of prohibitions, but hold in high esteem and forbid something to themselves.
All kinds of obedience detached from love violate the courtesy of “following”. Therefore, sunna is as magnificent as loving most the One who most deserves being loved. All forms of ‘following’ without love violate human free-will. Sunna is a heart-felt consideration which only those who know they are loved are aware of.

senai demirci...

"seven"in tasvire ihtiyacı yok.


Onu tek bir bakışın biçimlendirmesine, tanımlamasına izin verilmemiş olması (ve genel olarak suret yasağı) bu sayede onu herkes için kendi bakışında biricik hale getiriyor.
Yıllar önce, bana Kur’ân’ı Kerîm okumayı öğreten hocamın etrafına halka olmuş, Efendimiz’in çocukluğunu konuşuyorduk. Hocam, küçük Hazreti Muhammed (sav)’in yaşadığı zorlukları anlatırken yüzünde öylesine duygulu, şefkat dolu bir ifade belirmişti ki! O gün anladım: En Sevgili’nin “mahrem” yüzü onu seven herkesin yüzünde aşikâr oluyordu. Her âşıkta, güzel Efendimiz (sav)’in nurlu çehresi tecelli ediyordu. Bir şeyi daha anladım o gün hocamın anlattıklarını (Allah ondan razı olsun) hayranlıkla dinlerken: Seven kalbin tasvire ihtiyacı kalmıyordu. Tahayyül etmesi yeterliydi.
Müslümanlığı pek bilmeyenlerin sık sık merak ettiği şey tam da budur işte: “Yüz yıllar önce ölmüş gitmiş birini nasıl sevebilirsiniz?” İslam’ın kalbinde soluk almayanlarla ve özellikle de Hazreti Muhammed (sav) hakkında kulaktan dolma bilgilerle ve önyargılarla yetinenlerle paylaşılabilecek en sahici şeyin Efendimiz’e duyduğumuz aşkla, sevgiyle dolu böyle yüzler olduğunu düşünüyorum. Aşk’ın en açık delili seven yüzler değil midir?..
Hakikatin geçmiş ve gelecek zamanı olmayacağını, tüm zamanları kuşattığını hissettirmenin yolu, seven yüzün hakikatidir. Sevgili olmaya devam etmek; mecazi aşkların geçiciliğini idrak etmekle mümkündür çünkü. İşte bu, sevginin ilahi niteliğine açıyor kalplerimizi. Varlığın Efendisi (sav)’nin güzelliğini sadece dünyevi –ve nazari- tanımlarla ifade etmek bu yüzden imkânsızdır. Bu çok indirgemeci bir tanım olurdu.
Efendimiz (sav)’in yaratılmışlar içerisinde zirvedeki güzelliği bu anlamda onu sevenlerin ona kattığı güzellikle tamamlanır. Ona yolladığımız salat ve selamlarla Allah’ın ona vaat ettiği Makam-ı Mahmud’u lütfetmesi için dua ederiz. Böylelikle Efendimiz (sav)’e duyduğumuz sevgi düşüncelerden ve akıldan dile, dilden kalbe dikey bir eksenle derinlerimize işler.
Onu sevmenin zevkine vardıkça bir müjde taşırız başkalarına. Henüz onu tanımayanlara, bilmeyenlere. Onlara sonsuz zevki, mecazi olmayan aşkı işaret ederiz. Efendimiz (sav) bu yüzlerde canlıdır, bu kalplerde canlıdır. Böylelikle kalpten kalbe geçeriz, yüzden yüze, dilden dile geçeriz. Kesintisiz bir biçimde yayarız, yaydıkça yaşatırız sevgimizi. Seven ve sevilen oluruz. Her şey “âlemlere rahmet olarak gönderilen” Efendimiz (sav)’le başlıyor ve O’nunla nihayete eriyorsa, biz de her şeyle her şey arasındaki bağı böyle kurarız. Bizi ilahi ipe sıkı sıkı bağlayan bir bağlılıktır bu aynı zamanda.
Müminlerin seven yüzlerine bazen sadece bakmak, o yüzlerdeki nuru izlemek bile insana açık bir tebliğ olur.
Efendimiz (sav)’in örtülü yüzü, bizim en mahrem sevgimizi de temsil eder. Her birimizde başka bir yüzüdür belki “görünen.” Onu tek bir bakışın biçimlendirmesine, tanımlamasına izin verilmemiş olması (ve genel olarak suret yasağı) bu sayede onu herkes için kendi bakışında biricik hale getiriyor.
Müminlerin seven yüzlerine bazen sadece bakmak, o yüzlerdeki nuru izlemek bile insana açık bir tebliğ olur. Ki katı kalplerin yumuşaması, uzak kalplerin ısındırılması tebliğle mümkün ancak. Tebliğ olmadan, başka bir deyişle insanlar birbirleriyle kalplerinden bitiştirilmeden fetih değil işgal oluyor hep. “Ve kalplerinin arasını sevgi ile birleştirdi. Yoksa yeryüzünde ne varsa hepsini harcasaydın, yine onların kalplerini birleştiremezdin. Fakat Allah, onların arasını sevgi ile birleştirdi...” (el-Enfal, 8/63) ayet-i kerimesinde bu nazarla da bir anlam katmanı “okumak” mümkün olabilir.
Peki ya Efendimiz (sav)’i sahiden görenler? Sahabenin tanıklığı? Yahudi âlimlerinden Abdullah bin Selam’ın (ra) daha görür görmez, onun için “bu yüz yalan söylemez” demesi mesela, müthiş bir tanıklık bırakmıştır bizlere. Medine Yahudilerinin ileri gelenlerinden ve meşhur âlimlerindendi. Adı Husayn iken, Müslüman olunca Rasûlullah (sav), onun adını Abdullah olarak değiştirmişti. Tevrat’ı ve tefsirini Yahudi âlimlerinden olan babasından öğrenmişti. Efendimiz (sav)’in Mekke’de peygamberliğini açıkladığını duymuş, Medine’ye geldiği gün halkın arasına karışmıştı. Ve O’nun mübarek yüzünü görür görmez işte böyle demişti: “Bu yüz yalan söylemez!” Bugün ilk karşılaşma anında bu kadar net bir teslimiyet yaşadığımız kaç yüz vardır?
Hazreti Aişe annemiz (r.anha) bir gün iğnesini kaybeder. Arayıp buamayınca ışık tutar ama yine bulamaz. Sonra Hazreti Peygamber (sav) gelir. Ve O’nun yüzünün nuruyla ortalık aydınlanınca Aişe iğnesini bulur. Bunun üzerine gülümser. Efendimiz (sav) onun neden güldüğünü sorar ve öğrenince şöyle der: “Kıyamette de böyle olacak. O gün beni göremeyeceklere yazık.” Hazreti Aişe ona “kıyamette seni kimler göremeyecek” diye sorar. “Yanında benim ismim anılıp da selavatı şerife okumayanlar benim yüzümü göremeyecek” diye buyurur Efendimiz. “Allahümme Salli Ala Seyyidina ve Nebiyyina Muhammed...” Kuşkusuz buradaki “görmek”ten kasıt fiziki bir görmekle sınırlı değildir bizler için.
Rasûlullah (sav) ile devamlı beraber olanlar arasında onun mübarek yüzünü bir başka “görme” biçimi daha vardı. O da O’na bakmamakla gerçekleşiyordu. Şöyle ki, edeblerinden dolayı O’nun nur cemâlini doyasıya seyredebilenler pek azdı. İmam Kurtubî, “Rasûlullah’ın hüsn-i cemali tamâmen zâhir olmamıştır. Eğer O’nun bütün güzellikleri olanca hakikati ile gösterilmiş olsaydı ashabı ona bakmaya takat getiremezdi” diyerek bu mahcubiyetin doğasını da aralamıştır bize.
Nitekim gerçekte olanlar da bunu doğruluyor. Efendimiz (sav)’le sohbet halindeyken Hazret-i Ebû Bekir ve Hazret-i Ömer (ra) dışındaki ashabın hep önlerine baktıkları, Rasûlullah (sav)’la sadece bu iki sahabenin göz göze gelebildikleri rivayet ediliyor. Onlar Muhterem Efendimiz’e bakıp tebessüm ederler, O da onlara iltifat edip tebessümde bulunurdu. (Tirmizî, Menâkıb, 16/3668) Bu durumu Amr bin Âs (r.anha) şöyle dile getirir:
“Efendimiz’le uzun zaman birlikte bulundum. Fakat O’nun huzurunda duyduğum hayâ hissi ve O’na karşı beslediğim tâzim duygusu sebebiyle başımı kaldırıp da doya doya mübarek ve nurlu yüzlerini seyredemedim. Eğer bugün bana ‘Bize Rasûlullâh’ı tavsîf et, O’nu anlat’ deseler, inanın anlatamam.” (Müslim, Îmân, 192) Sahiden de çağlar boyu hep söylenildiği gibi “Allâh Rasûlü’nün sûret ve sîret mükemmelliğini lâyıkıyla ifâde edebilmek mümkün değildir.”
Cabir bin Semüre (ra) ise şöyle demiştir: “Bir mehtaplı gecede âlemin güneşi Efendimiz’i gördüm. Üzerlerinde kırmızı alacadan bir elbise vardı. Nurlu yüzü ile aydan hangisinin güzelliği daha fazla diye bir kere Resulullah’ın nurlu yüzüne, bir kere de ayın yüzüne bakmaya başladım. Allah’a yemin ederim ki benim yanımda Nebiyy-i Muhterem Hazretleri’nin saadetli yüzü aydan daha güzeldi.”
Tasvirlerin ilahi aşkı ifade etmekte ne kadar yetersiz kaldığının bir örneği daha işte. Seven kalp böyle değil midir hep? Kendi ölçülerini ve kıstaslarını ortaya koyarak tahayyülümüze dayandırır. Leyla’nın Mecnun’a “güzeller güzeli” görünmesi de bununla ilgili. İşte bu “bakış”, çok kıymetli bir ipucu taşıyor peygamber sevgisinin iç yüzünü merak edenler için.
Peygamber Efendimizi (sav)  Hicret sırasında çadırını ziyaret ettiği Ümmü Mabed isimli biri tanımamıştır. Ancak anlatılanlarda, O’nu tanıyan kocasına, onu şöyle tarif etmiştir: “Aydın yüzlü ve güzel yaradılışlı idi; zayıf ve ince de değildi. Gözlerinin siyahı ve beyazı birbirinden iyice ayrılmıştı. Saçı ile kirpik ve bıyıkları gümrahtı. Sesi kalındı. Sustuğu zaman vakarlı, konuştuğu zaman da heybetli idi. Uzaktan bakıldığında insanların en güzeli ve en sevimlisi görünümündeydi; yakından bakıldığında da tatlı ve hoş bir görünüşü vardı. Çok tatlı konuşuyordu. Orta boylu idi; bakan kimse ne kısa ne de uzun olduğunu hissederdi. Üç kişinin arasında en güzel görüneni ve nur yüzlü olanıydı. Arkadaşları, ortalarına almış durumda hep O’nu dinlerler; buyurduğu zaman da hemen buyruğunu yerine getirirlerdi. Konuşması tok ve kararlı idi.”
Tüm bu tanıklıkların, Müslümanlığı bilmeyenler açısından çok kıymetli olduğunu düşünüyorum. Çünkü içinde sadakati, vefayı, tevazuyu, bağlılığı, hürmeti, had ve hudud bilmeyi, mahremiyeti barındırıyor bu sevgi. İnsanlığın en güzel örneği olan ve tüm peygamberlerin hakikatini kendisinde cem eden Rasûllullah’ı (sav) putlaştırmadan sevmeyi ve örnek almayı ilham ediyor. Müminlerin bu ortak ilhamı, her sevenin kalbine Efendimiz (sav)’e dair kendi biricik tahayyülünü yerleştiriyor.
Mümin yüzlerdeki Peygamber aşkına tanık oldukça hep şunu düşünürüm: Sevenin bir başka kimliğe ihtiyacı yoktur sevgili olmaktan başka. Efendimiz (sav), O’nu her sevenle güzelleşmeye kıyamete dek devam ediyor.

14 Nisan 2012 Cumartesi

Evlilikte Ölçüler



Nikah hakkındaki ahkam-ı ilahiyyeyi beyan eden Ayetlerde küffar ile yuva kurmak ve günlük hayatta onlarla yakın yaşamak nehyolunmuşdur.

Mü'minler, mü'minlerle evlenirler. Ahlaksız kimseler ahlaksız kimselerle yahud müşriklerle evlenirler. "Habis kadınlar habis erkekler içindir, temiz kadınlar temiz erkekler içindir."

Allah Teala Buyuruyor:
"Ey mü'minler, müşrik kadınlarla, onlar Allah'a iman edinceye kadar evlenmeyin. Mü'mine bir cariye, müşrike bir kadından o müşrike hoşunuza gitse de elbette hayırlıdır. Müşrik erkeklere de onlar iman edinceye kadar mü'min kadınları nikahlamayın. Mü'min bir köle, bir müşrikden o müşrik sizin hoşunuza gitse de elbette hayırlıdır. Onlar sizi cehenneme çağırırlar. Allah ise yaptığı beyanatıyle cennete ve mağfirete çağırır. 0, insanlara Ayetlerini çok güzel açıklar. Umulur ki onlar bu Ayetleri iyice düşünüp öğüt alsınlar. (Bakara; 221)

Erkeklerin meşru surette kadınlar üzerindeki hakları gibi kadınların da onlar üzerinde hakları vardır. Yalnız erkekler onlar üzerinde bir dereceye kadar maliktirler. Allah mutlak galiptir, gerçek hüküm ve hikmet s4hibidir." (Bakara; 228)

Nikah hakkındaki ahkam-ı ilahiyyeyi beyan eden bu Ayetlerde kuffar ile yuva kurmak ve günlük hayatta onlarla yakın yaşamak nehyolunmuşdur.

Mü'minler, mü'minlerle evlenirler. Ahlaksız kimseler ahlaksız kimselerle yahud müşriklerle evlenirler. "Habis kadınlar habis erkekler içindir, temiz kadınlar temiz erkekler içindir."

Hadis-i şeriflerde de şöyle buyuruluyor:
"Evlenin, çünkü ben diğer ümmetlere karşı sizin (çoğalmanız)la iftihar edeceğim." (Taberani)

"Ademoğlunun bahtiyarlığına medar olan şeyler üçtür; Ademoğlunun bahtsızlığına sebep olanlar da üçtür. Bahtiyarlığına sebep olanlar: iyi, mü'mine ve iffetli (saliha) bir zevce; iyi, sülületli ve sür'atli binek; geniş ve rahat evdir. Bahtsızlığına sebep olanlar da: Kötü, dar ve sıkıntılı ev; fena kadın, kötü binektir." (Ebü Davud)

Binek denilince üzerine binilen her türlü hayvan ve vasıtaya şamildir. Bir evin kötü, dar ve sıkıntılı olmadığı keyfiyeti şahısların halleriyle takdir edilmek lazımdır. Öyle dar evler vardır ki, bazı kimseler için geniş ve diğerleri için sıkıntılı sayılır.

"İnsanların en kötüsü ehli (Ailesi) üzerinde çok baskı yapandır." (Teberani)

Münavi diyor ki, Bu hadisin tamamı mealen şöyledir: Ashab dediler:
Ya Rasülallah! Kişi ehli üzerinde nasıl tazyik yapar?.
Buyurdu ki:
"- Adam evine girince karısı korkusundan titrer, evladı kaçar, evden çıkınca ise karısının yüzü güler; ailesi ferahlığa ve sevgiye kavuşur."
"Kadınların bereketçe en büyüğü yükü diğerlerinden daha hafif olandır." (Ahmed b. Hambel)

Gerek düğünlerde ve gerekse evlendikten sonra türlü türlü fuzuli masraf kapıları açan, bu yüzden hem kendi Ailesini hem de cemiyetini iktisaden yıpratan ve bu sebeple geçimsizliklere, ayrılıklara ve hattA boşanmalara sebep olan kadınlarımız eğer müslümanlıkta sadık iseler sevgili Peygamberimiz - Sallallahu aleyhi ve sellem'in bu mubarek hadisinden ibret almalıdırlar.
"Nikahın (evlenmenin) hayırlısı kolay ve külfetsiz) olanıdır.". (Ebü Davud)

"Allah, bir kimsenin kalbinde bir kızı veya kadını nikah ile istemek temsyülünü uyandırırsa onun o (kızı, yahud kadını) görmesinde bir beis yoktur." (İbni Mace)

Nikah ile istemek kaydı, şehvet şevkiyle bakmaya mani olduğu gibi "küfv"ü (dengi) olmayana bakmayı da men eder. Bu hadisin şerhlerinden anlaşıldığına göre nikah ile istenecek kız veya kadının yalnız yüzüne ve ellerine bakmakla iktifa edilir. Bu bakmayı bir kaç defa tekrarlamak da caizdir. "Sizden biriniz evlenme yemeğine (ziyAfetine) davet edilirse icabet etsin!" (Müslim)

Eğer şartlar mevcut ise icabet vaciptir. Şartlar (kısmen) şunlardır:
1- Davet eden de edilen de müslüman olmalı,
2- Davet yalnız zenginlere, sırf zengin oldukları için tahsis edilmemeli,
3- Eğer ziyafet verenin bütün akrabası, komşuları, kabilesi ve meslektaşları hep zengin insanlar ise icabet vaciptir.
4- Ziyafette haram olan şeyler bulunmamalı (içki v.s.)

EVLENECEK MÜSLÜMAN GENÇ KIZIN ŞARTLARI :1



Eş seçimi, hayatımızın en önemli kararlarındandır. Gerek genç kızlar gerekse genç erkekler için durum aynıdır. Her iki taraf için önemli kıstas ise "dindarlık"olmalıdır. Çünkü evlilik ebedi hayat arkadaşlığıdır, sadece bu kısacık dünya hayatıyla sınırlı bir beraberlik değildir. Evliliğe bu sonsuzluk manasını kazandıran sır ise, imandır.
İşte bu sırrı kavrayan bir genç kız, evleneceği zaman, eşinden neler istemekte: "Her şeyden önce şunu söyleyeyim; benim sadece karnımı doyuran bir eş değil, devamlı bana destek olacak dava akadaşı, din sorumluluğunu bilen Müslüman bir eş istiyorum. Ben de koltuk ve avizelerin tozunu almakla ömür geçirecek süs gelini değil, davamın gelini olmak istiyorum.
Toplumumuzda boşanmalar yüzünden ne kadar mutsuz kadınlar olduğuna şahidim. Siz de vijdanlı bir Müslüman iseniz, şartlarımda en ufak bir tereddütünüz varsa, bu işe "hayır" cevabını verin. Çünkü, şimdi ufak bir tereddüt büyür.
Ben her şeyden evvel İslam'da ailelerin huzurunu sergilemek istiyorum. Toplumumuzda bugün, tam İslam ruhu ile geçinen eşler ne yazık ki çok az, benim yuvamın da bu az rakama, bir rakam daha eklemesini istemiyorum. Ne yeni bir giyecek için kavga ederim, ne de çorbanın tuzu az olmuş diyerek kavga edilmesin isterim. Benim kavgam; dinimi yanlış tanıtanlar, dinimizi kendi çıkarlarına alet edenlerdir. Eminim sizin ki de öyle. . . Allah razı olsun, İslam'ı yaşıyor ve yaşatmaya çalışıyorsunuz. Fakat sizin bu şekilde olmanız benim şartlarımı söylememem manasına gelmez. Şartlarım sıra ile şunlardır:


--------------------------------------------------------------------------------

1. Bütün hal ve hareketlerimiz İslami olacak. Hayatımızı "şeytanın kanunlarına" göre, değil Allah'ın (cc) ahkamına göre düzenleyeceğiz. Allah (cc) Ku'an'da; "Kim İslam'dan başka bir din ararsa, ondan bu din asla kabul edilmeyecektir. O, ahirette enbüyük zarara uğrayanlardandır. " (Ali-İmran_85) Biz bunlardan olmayacağız.
2. Ben, eşya ve altın olarak size hiçbir şart koşmuyorum. Çünkü benim için paranın hiçbir önemi yok ama geçimimiz için, namerte muhtaç olmamamız için ekonomik kazancınızı helal yoldan elde etmelisiniz. Bunun az olması, enlüks eşyaları almamanız beni üzmez. Fakat siz de benden, her şeyini gösterişe dökmüş kızların götürdüğü çeyizi istemeyeceksiniz. Sizden odalar dolusu eşya istemem, size de odalar dolusu eşya getiremem. Zaruri olan eşyalarımı getiririm. Zira Allah Resulü dünya malına hiç önem vermemiştir. Bir hadisi şerifleri şöyledir: "Ashabtan Abdullah bin Mesud diyor ki; Resulullah'ın yanına girdiğimde bir hasır üzerinde durduğunu ve üzerine uzandığı için hasırın vücudunda iz bıraktığını gördüm. Bunun üzerine dedim ki; Ya Rasulullah! Sizi hasırdan koruması için bir yaygı, döşek getirsek olmaz mı? O da bana şöyle buyurdu; "Benim dünya ile ne ilgim var? Benim dünya ile aramdaki ilgi; bir süvarinin gelip, bir ağacın altında bir süre dinlendikten sonra, atına binip devam etmesidir. "Ve sonra şöyle dua etti; "Allah'ım Muhammed'in çoluk-çocuğunun yetecek kadar eyle" dedi.
3. Ben eşyaya hizmet için yaratılmadım, eşya bana hizmet etmelidir. O halde eşyam ihtiyaç kadar olmalı, israf yapılmamalıdır. Zihnimdeki ve tatbikat planımdaki en uygun dekor, Resulullah'ın evinin dekorudur. Allahu Teala bir ayetinde; "Dünya hayatı bir oyundan ve oyalanmadan başka bir şey değildir. Ahiret yurdu ise sakınacaklar için elbette daha hayırlıdır. Hala aklınız başınıza gelmeyecek mi?" (En'am-32) demiyor mu? Meşhurdur, Hz. Ali'ye dünya nedir? diye sormuşlar, demiş ki; " Sizi, Mevla'dan alıkoyan her şeydir. "
Bizim evliliğimiz de, bizi Mevla'dan uzaklaştırmaktan ziyade, Mevla'ya yaklaştırmalıdır.
Aynen şu şiirin mısralarında anlatıldığı gibi. . . .
Davayı kucaklayan körpe sarmaşıklarız,
Hak yoluna baş koyan divane aşıklarız.
Dizgin vurduk zamana, dursun çağın akışı,
Ayrı bir zevk bu aşkın, gönülleri yakışı. . .
4. İslam'a göre gelin olmak ve İslam'a uygun düğün yapmak istiyorum. Allah rızası ve Peygamber Sünneti için evlendiğimize göre en başta düğünümün ve gelinliğimin buna uymasını isterim.
5. İslam'dan taviz verirsem engellemenizi isterim. Onun için İslam'ı en iyi şekilde bilmeniz ve uygulamanız gerekir.
6. Evlendikten sonra da çalışmalarıma devam etmek isterim. Günde en az üç saat Ku'ran öğretip, vaaz vereceğim. Şimdi yapmaya çaliştığım tebliğ görevim, evlendikten sonra da devam etmeli. Allahu Teala, Ali-İmran suresnde mealen şöyle buyuruyor; "Sizden öyle bir cemaat bulunmalıdır ki; (onlar herkesi) hayra çağırsınlar. " Biz bu cemaatın insanı olmaya çalışmalıyız.
7. Eşimden hiçbir yere gitmem, eşimden de sadakat isterim. Gece 12'lere kadar kahvede, şurda-burda gezen bir eş düşünemiyorum. Siz öyle değilsinizdir de ben şartımı söylüyorum.
8. Hatamın bana söylenmesini isterim. Benim hatam olursa, ki mutlaka olur, önce bana bildirmenizi, benden önce bir başkasının duymasını istemem.
9. Eşit saygı isterim. Kendi aile efradınıza benim nasıl saygı göstermemi istiyorsanız, ben de sizden aynı saygıyı aileme göstermenizi isterim.

heyyy children come here...

http://www.seerahforkids.info/
this page is wonderfull for children

Ramadan in Istanbul

The fasting month, in spite of its private nature (‘Fasting is Mine’, as the hadith insists), is more of a public affair than any of the other rites of religion, perhaps because of its elemental quality; and in this city it forces each citizen to decide how he stands with God.
Ramadan brings to the surface some of Istanbul’s deepest human secrets. The great City resembles the improbable arm of the sea that cuts it in half, cheerfully consistent on the surface, yet churned by strange currents known only to veteran fishermen. The fasting month, in spite of its private nature (‘Fasting is Mine’, as the hadith insists), is more of a public affair than any of the other rites of religion, perhaps because of its elemental quality; and in this city it forces each citizen to decide how he stands with God. No-one is surprised to see the men in green caps crouched behind the wheels of their old Shahins, weaving through the traffic ten minutes before sundown. More interesting are the fashionable young men with pigtails and goatees (the current fad), discreetly accepting glasses of tea as the adhan divides the City into the grateful and the guilty. The first useful lesson that Istanbul provides is never to judge by appearances.
The adhan rolls out from a thousand minarets; and foodstalls and borek parlours that have been sleepy all day, catering only for the odd tourist or religious cynic, suddenly spring into life. God seems to have thrown a giant switch, and the whole city is galvanized. Many Stambullus have been waiting at restaurant tables for an hour before sundown, and those who are still milling in the streets will now have to struggle to find a hot meal. This is the picture even in the chic Westernised suburbs of Kadiköy, Beyoglu and Sisli; while near the great mosques, their minarets beacons which summon huge crowds, fairs are now doing brisk business. Around the great mosque-complex of Sultanahmet, hundreds of street vendors, many defying the prohibition on non-Western dress, call out the virtues of their candyfloss, sweetcorn, roast chestnuts, pastries, buttermilk, lindenflower tea, and spiced sausages. The aroma of tripe soup and tobacco mingles with religious songs by Gunesdogdu, Bahriyeli and Ozer. Children gape at street performers (the fortune-teller with his baby rabbits; the shadow-puppet man, the legless beggar on wheels).
By the western gate of the Sultanahmet Mosque a man dressed in a Goofy suit suddenly appears, followed by a camera crew. This is Doggy, chief attraction of a children’s show on Hilal TV, one of Turkey’s fifteen religious channels. Doggy has come to Sultanahmet, it seems, to ask small children how old they are. The smallest are aghast, as well they might be; but the older ones are quite familiar with Doggy. They talk firmly into the microphone, giving their names and ages, and talking about what they like best about Ramadan. Back in the studio, later on, Doggy will bow his head as a child member of his studio audience recites a poem about the Prophet’s poverty. The camera zooms in on the face of a little girl, who is about to cry.
Out of place in this crowd are the tourists. Jollity forms no part of their understanding of Islam; and this happy yet entirely non-alcoholic street party seems to worry them. Once, in the days of romance-hunters like Nerval and Pierre Loti, the difference of the foule Orientale allowed Europeans an Olympian detachment, as they contemplated ‘Turkish customs’ as a raree-show of curious menagerie performances. Now, however, as the Turks’ clothes and body language have been Westernised – indeed, as young Turks look more fashionable than the tourists themselves - the difference of ‘Oriental’ from ‘European’ has been largely abolished. This new City is more challenging because less strange, and many visitors seem to respond with a grim determination to hold their breath, rather than to inhale the air which animates these happy crowds.

Some spectacular examples of this are readily found. Tourist women who are asked not to enter mosques or graveyards with their thighs exposed behave like righteous martyrs, their faces indicating all the contempt which the enlightened West will muster in the face of benighted prudishness. And once, at the Beyazit mosque, I saw a group of German men enter the mosque during the prayer. Walking up and down the rows of worshippers, they scanned their camcorders over the faces of these picturesque Turks. When the prayer was over, the Turks called the tourist police, who no doubt explained politely that the sensibilities of worshippers should be respected. I suspect that the proud Teutons, coming from a country where Muslims have to pay a tax to support the national churches, may not have understood the nature of their offence.
High above the throng, suspended between two of the six minarets, is a mahya, a pattern of lightbulbs whose message is changed every couple of days. Today it is ‘TOGETHERNESS IS A MERCY.’ In Ottoman times, the mahyaci, or master-craftsman responsible for designing and hoisting these messages, was a public celebrity.
What the tourists at Sultanahmet really resent, of course, is not the existence of smiling Turks, but the fact that all this joy seems connected to the vast shadow of the imperial mosque which looms behind the fair. High above the throng, suspended between two of the six minarets, is a mahya, a pattern of lightbulbs whose message is changed every couple of days. Today it is ‘TOGETHERNESS IS A MERCY.’ In Ottoman times, the mahyaci, or master-craftsman responsible for designing and hoisting these messages, was a public celebrity. He would embroider coloured designs on pieces of satin, which he would present to the sultan, who would then choose the designs and phrases which would appear on the great imperial mosques. On occasion the mahyaci would present moving images, such as boats and fish. Abdullatif Efendi (d.1877), perhaps the most famous of all mahyacis, once presented an image of a royal barge suspended between the Süleymaniye’s minarets, on the night of the 15th of Ramadan. Pictures are now no longer seen, and in the early Republican period there was a vogue for national messages, such as ‘DON’T FORGET THE RED CRESCENT,’ ‘BUY LOCAL GOODS’, and ‘REMEMBER AIRCRAFT’; but today the slogans are purely religious once more.
Those who enter the courtyard during Ramadan will find an enormous bookfair, where sixty of the country’s leading religious publishers offer their newest works. In recent years, the older type of literature, such as poorly-printed prayer-books with garish covers, or manuals for housewives, has receded, in favour of a new, sophisticated body of writing. Publishers like Iz and Gelenek have no equivalent elsewhere in the Islamic world, bringing out works of interest by non-Muslim philosophers, as well as modern Muslim thinkers. The focus is on Western Muslim writers: Garaudy, Winkel, Valsan, Herlihy, Eaton and others; and Middle Eastern texts, apart from classical ones, are scarce. It is all rather intellectual, and even elitist; although populism is still present, and there are several concessions to the local love of conspiracy theories: ‘ATATURK THE BULGARIAN’ (banned); ‘ROBIN COOK POISONED BY MOSSAD FOR OPPOSING THE IRAQ WAR’ (fairly popular); ‘BIN LADEN THE PENTAGON’S PAWN: THE HIDDEN STORY’ (circulation unknown).
The Blue Mosque, despite its immensity, is full for Tarawih prayers; and this is not terribly surprising, given the beauty of the ceremony here.
The Blue Mosque, despite its immensity, is full for Tarawih prayers; and this is not terribly surprising, given the beauty of the ceremony here. In some mosques, the full khatm is observed; but here the Tarawih lasts for less than an hour, after which the crowds rejoin the fun of the fair. After each four rak’as a brief interval of collective dhikr supervenes, in the form of the salat-i ummiyye; and at the end there comes a prayer which, booming around the vastnesses of the mosque, recalls the superb rolling dignity of the Ottoman language. As Urdu-speakers well know, prayers in a language where everything happens before the verb have tremendous dramatic impact: ‘And our sins, in this and earlier months, against You and other members of our nation, Our Lord, forgive! And the affairs of the Muslims here and in the world, Our Lord, set right! And to the soul of Sultan Ahmet, Our Lord, grant rest!’
In the Ottoman period, the great singers faced their greatest audiences during Ramadan worship; and in recent years attempts have been made to revive the symphonic quality of the Tarawih of days gone by. Knowledge of the maqam system is axiomatic here. Some younger, less qualified men with soaring voices are allowed to recite in the mosques during Ramadan, even when the ritual is televised live; but in theory only those with an ijaza in maqams can be heard. Hence the ilahi singer in the Fatih mosque, who sings a special Ramadan qasida or a ghazal after each four rak’as, may set the artistic pace for the entire ceremony. The Istanbul adhan and iqama are often in maqam Hijaz or Saba, but the yatsi prayer itself is typically in Rast, the critical musical moment being the connection between the final words of the iqama and the imam’s takbir. This produces a contrast, which is then articulated by the muezzin in the ceremonial words which gather the congregation for the Tarawih, with its twenty formal rak’as. These often begin, as tajwid conventionally does, in maqam saba, but after four rak’as the singer will modulate into one of the modes which may permissibly follow from Saba: Kurd, Nahawand, or Ushshak. The imam of the mosque will then begin the fifth rak’a in the same maqam, beginning an exquisite modal dialogue which congnoscenti hope, usually with good reason, will descend at the right pace back to saba during the Witr. Six maqams may thus be heard during the single Tarawih. Kani Karaca, the blind, aged chief muezzin of the Süleymaniye mosque, who died only recently, was certainly capable of many more, firing his voice high into the sublime, shadowy spaces of Sinan’s greatest masterpiece.

Following the collapse of the Ottoman Empire, musical standards in the great metropolitan mosques started to decline. At the Süleymaniye, however, largely thanks to a musically sophisticated partnership between Imam Muzaffer Ozak (d.1985), and the chief muezzin, Hafiz Sevket Efendi, which lasted for twenty-six years, the old traditions were faithfully preserved. One of Ozak’s pupils, the singer Ahmet Ozhan, who abandoned pop culture in favour of religious music, is working hard to maintain the transmission of this precious heritage. The founder-director of the Turkish Historical Music Society, Ozhan strives to spread knowledge of the traditional Rajab and Sha’ban songs, of the different ilahi hymns appropriate at different points in Ramadan, and the right style of leading Tarawih. A household name in Turkey, Ozhan’s efforts have already transformed the quality of religious music in many of the country’s mosques.
The high artistic standards of the Istanbul Ramadan have done much to hold the attention of the Turkish population. Some entirely secular souls will come to hear the Tarawih as they might attend the opera; and many have found God as a result.
The high artistic standards of the Istanbul Ramadan have done much to hold the attention of the Turkish population. Some entirely secular souls will come to hear the Tarawih as they might attend the opera; and many have found God as a result.The crowds are vast, quickly filling the immensity of the mosques. But on the 27th of Ramadan, which the Mufti decrees is the most probable date of Laylat al-Qadr, the crowds and the imams shift into a still higher gear. Sabah prayer at the mosque of Eyüp is the most popular worship experience in the city; but arrive even at two in the morning on the 27th, and you will find it hard to squeeze beyond the leather curtains into the mosque interior. Here, more than anywhere else in the City, the Turks are feasting, and feasting again, on the Qur’an.
Like a benign watchful presence, behind the five-hundred year old plane tree planted by the Conqueror’s own hand in the mosque court, lies the grave of the Companion Abu Ayyub al-Ansari, which, of the hundreds of active pilgrimage sites in the City, remains the greatest magnet for visitors.
Like a benign watchful presence, behind the five-hundred year old plane tree planted by the Conqueror’s own hand in the mosque court, lies the grave of the Companion Abu Ayyub al-Ansari, which, of the hundreds of active pilgrimage sites in the City, remains the greatest magnet for visitors. The space is ablaze with a turquoise glow, supplied by the Iznik tiles, which are among the most precious ceramic masterpieces in the world. Close beside it is the I‘tikaf chamber built for Princess Adile, who spent her Ramadans here a century ago, before being buried among the royal tombs nearby. Outside lie the graves of warlike pashas, sayyids, and ulema, including Ebussuud Efendi, the great tafsir scholar, and reviver of the Shari‘a in the time of Sultan Suleyman. Here too are the sainted ladies, and then great madrasas and tekkes, beyond the stone stairs where a new Sultan, visiting the mosque for his coronation, would descend from his horse, to walk the remainder of Enthronement Road humbly on foot. In his palace, the Sultan alone could ride; at Eyüp, he too was required to dismount.
Other holy places abound in the City, and have played their part in keeping the Turkish spirit alive. Take the ferry, for instance, from Seraglio Point to the Asian suburb of Üsküdar, and you will find the tomb-complex of Aziz Mahmud Huda’i alive with visitors from every social background (this is the suburb where wealthier religious people live). Higher up the hill is the tekke of his pupil Selami Baba, whose mineral waters are still popular, and where the cemetery contains fallen heroes of Turkey’s wars. As the ship approaches the shore, one reads ‘ISLAM IS GOOD MANNERS’ in the sky-writing between the minarets of the mosque of Princess Mihrimah, daughter of Suleyman and in her day the richest woman in the world, and whose mosque and madrasa are among the climaxes of the City’s architecture. Moored nearby is the ‘Ramadan Ship’, a smart passenger vessel chartered by the Üsküdar municipality, where one may break one’s fast, and be regaled with religious music while contemplating the incomparable skyline of the European shore.
The increasing presence of women in the mosques is posing some interesting problems. Sinan and his colleagues were Hanafis, and gave little thought to the accommodation of worshipping women. Today, however, ever-larger numbers of women come to the mosques, and this is particularly evident during Ramadan. For the Sultanahmet Tarawih, therefore, large areas in the main prayer-hall have been allocated to women. In the confined space of the Noble Mantle Mosque, however, this is impossible, so the neighbouring mosque of Hoca Uveis has been designated a women-only prayer hall during the congregational prayers, particularly at the Ogle and Ikindi prayers, when most visitors come. This process seems set to continue. Most theology students in Turkey now are women, and the country appointed, in 2005, its first female muftis. There are also over six hundred full-time female preachers (vaize).
Laylat al-Qadr is followed by another change in mood. The sky-writing at Sultanahmet now reads: ‘INTERCEDE O MESSENGER OF GOD!’ Most poignant is the Arefa Day, the last day before the Bayram
Laylat al-Qadr is followed by another change in mood. The sky-writing at Sultanahmet now reads: ‘INTERCEDE O MESSENGER OF GOD!’ Most poignant is the Arefa Day, the last day before the Bayram (its name is a curious borrowing from the fasting day before the Great Bayram). The television stations are alert to the bitter-sweet quality of this time, especially as the adhan for aksam prayer approaches. The team of men in suits who have been sitting in a boat in the Bosphorus every afternoon in Ramadan, talking about Religion and Life, are now discussing forgiveness. A live broadcast from the Eyüp mosque shows the mufti of Kayseri ending the fast with a long prayer. Even the commercial breaks are few. (MUMMY, I WANT A HITTITE BISCUIT. GIVE ME A HITTITE BISCUIT PLEASE. HAYIR GAS: BECAUSE YOUR LIFE IS PRECIOUS TO US. BELLONA FURNITURE: HOW HAPPY AM I TO HAVE FOUND IT.)
                                                                                 
Next day, the fast ends with the Lesser Bayram. Unless one is attracted to the prospect of an hour shivering beneath the October rain, it is wise to set out for the mosque shortly after Sabah prayers, or even to stay in the mosque from Sabah until the Bayram Imam appears in splendour, an hour after sunrise. So I leave my house in Stygian darkness and walk through the silent streets of my ghetto district. The graffiti is just visible: PEST CONTROL CALL 538 244 7622.  DOWN WITH FENERBAHCE. HE WHO LOVES ALLAH WILL NOT THROW HIS RUBBISH HERE. More decorously, high above the street, competing politicians wish us well. MAY YOUR BAYRAM BE BLESSED AND PROSPEROUS. (SALVATION PARTY). WE WISH YOU A MERRY BAYRAM. (REPUBLICAN PEOPLE’S PARTY). MAY YOU AND YOUR FAMILIES AND ALL OUR COUNTRY ENJOY A PEACEFUL AND PROFITABLE BAYRAM. (AK PARTY.)
Inside the mosque of Sultan Beyazit, popular with Sufi pietists as a mosque built only with entirely lawful funds, there is still room for me. In the mihrab, a hoca is giving us Surat al-Rahman in a local hadr style. The qafla is crisp, and the quarter-tones immaculate. This is good news, since we still have an hour to go. I notice that after every minute or so, the hoca pauses, while everyone in the mosque recites the Bayram takbir. He then reads a translation of his text. This audience participation means that the hoca’s voice must remain in a single maqam for an hour, and this he manages, in an austere performance that is entirely in keeping with the atmosphere of this restrained and ascetical building.
The Bayram Imam appears, and the men near the mihrab rise in respect. He reminds the congregation of the Hanafi traditions of the Bayram namaz, and then the great crowd is hushed in prayer. After the teslim, he ascends the minbar, one step at a time, until, after almost a minute, he is three steps from the summit. Here he bows briefly to the qibla, hand on heart, and then turns, to allow the voice of religion to fill the mosque, as it has done for a thousand Bayrams before. He speaks of the need to maintain the momentum of Ramadan, and not to leave compassion and worship behind as we travel onwards from the month.
After the khutba, in the courtyard of the mosque, many in the crowd have formed a circle beneath the colonnade. To the sound of the salat-i ummiyye, everyone moves around the circle, embracing everyone, until, reaching its end, they stand in their turn. The procedure takes a long time; but it is voluntary, so I find a side exit, and re-enter the now busy streets. Shops are closed, but buses and trams are free for the three days of the holiday, and many Stambullus are already beginning the round of visits to friends and relations which lie at the heart of this family festival.
That evening, high above the eastern minarets of Sultanahmet, the sky writing reads Elveda: Farewell.

.......bismillahirrahmanirrahim.......



ben beyaz bir gelinlik hayal etmiyorum cinsdaşlarım gibi. kapkara olmalı gece gibi. siyah mutuluğun rengi, siyah bilginin rengi, siyah günahları örten gecenin rengi...
bugün pek düşünemedim yine ama farkettim ki düşünmek dahi pek irade isteyen bir eylemdi. nefsime öyle gafil oldum ki bazı bazı. hemen beni yaradanı hatırlayıp ona yönelmeye gayret ettim.inşallah gayretleri çokça olanlardan oluruz.  hamd ettim bugün üzerime düşen her damla yağmura. inşallah her damla yağmur üzerimden damlarken yere bir günahımı da düşürdü toprağa. ama sonrasında üzüldüm benim günahımile kirlenen toprağa ve insanların hayatlarına nasıl son verebildiklerine birkez daha hayret ettim.Bugün yine çokça "Anne" olmayı istedim. sonra korktum hazır olamamaktan hayal kurakla yetindim, yine aklıma köy hayallerim geldi küçük çiftliğimde eşime buğdaydan el değirmen taşı ile un edip buram buram mis gibi helal kokan ekmekler yedirmeyi kurdum kurguladım. onun koyunları otlatması aklıma geldi. ardından da ninem ile dedem geldi. acaba bende onlar gibi olabilecek miyim dedim.

osho'nun birkaç videosunu izledim bugün. şeriatten uzak bir islam yani din bana biraz yanlış geliyor. ne bileyim örtüsüz bir sufi tesettürsüz bir sufi bana yanlış geliyor. kadınlığını gizlemeden buram buram islam ahlakına dalmaya çalışmak delilik gibi geliyor bazen. düşüncelerim belki yanlış lakin herşeyin bir adabı yok mudur? kur'an buram buram bunları anlatarak misk kokarken aklım almıyor. idrakimin çok olduğunu iddia etmiyorum lakin şu da var ki idraksiz de değilim elhamdülillah!
mustafa islamoğlu'nu araştırıyorum kendisini dinlemeye başladım. izlediğim videolardan va bazı sitelerde baktığım yorumlardan sonra kendisine sempati duymaya başladım. hayatını kur'an üzere yaşamak kavramı pek bir belirgenleşti gözümde.
ve islam dünyasındaki alimlerin birbirine hakaretler etmelerine bir kez daha şaştım kaldım... sevgi sevgi deyip de sevgiden bir an dahi mahrum kalmak. nefse uymak. yanlış desemde hepimizin beşer şaşar olduğu kulağıma fısıldandı gözlerimi daha da açtım.
selametle...
es selamün aleküm ve rahmetullah...