16 Haziran 2012 Cumartesi

la ilahe illallah

Anarşik İslam - 2


sU LeKeSi :: İSLAM’IN ANARŞİK BİR YORUMU
(güncelleme, 30/07/2008)

ÖN-SÖZ

Vira bismillah,

Sadece kendimce anla(şıl)mak için başlıyorum bu yazıya. O’nun selamı benden okuyana olsun..

İslam su gibidir: İçine girdiğini temizlerken, onun şeklini ve rengini alır. İçine girip temizleyemeyeceği hiçbir ruh yoktur! Zira ruhun kiri gidene dek yokluğuna göçer varlığında(n) konuk olan; ruh hicretinde donar kalır. Ruhun hicretinin tamamlanması ise Hak’tır.

Tabii su sevmez(1) bazı kirler vardır ve onları çözmek için başka şeyler gerekir. Ama onlar da önce suda çözülmelidir. Yoksa ruh yıpranır, yıpratır..

Bir içrekle şekillenmiş ve renklenmiş olan bir başkası için İslam’ın ancak bir yorumu olur ve o bir başkasında su lekesi bırakır! Su lekesini temizlemek içinse, daha fazla su gerekir.

Durgun suya girmek de günahtır, yağmur suyundan kaçmak da.. Temizlenirken kirletmek de olmaz, temizlenmekten kaçmak da..

Bu yazı şimdiki benle şekillenmiş ve renklenmiş olan sudur: Sizler ve gelecekteki benler için durgundur. İmanla akletmenin sonucudur, akla imana sebep olabilir.

Akla iman et(tir)mekten, Allah’a sığınırım.

Burhan(2) da irfan(3) ve beyan(4) gibi sadece birer araçtır. Birinde diretmek, aracı amaçlaştırır, putlaştırır. Ve doğru olan yollar, ancak üçünün de beraber gidebildiği yollardır..

Yolcu yolunda gerek!

SÖZ


I KELİME-İ TEVHİD:

La ilahe illallah!

Yoktur ilah, Allah’tan başka!

İslam’ın kapısında Kelime-i Şahadet, onun kapısındaysa Kelime-i Tevhid vardır. Tüm cümlelerin fitnesidir(5) bu cümle. Öyle ki, bir cümle anlamca ona ne kadar yakınsa, hakka da o kadar yakındır.

Hiçbir noktalı harf içermeyişi(6) yanlış okuma-yazmalara, kuruluş şekli ise yanlış anlamalara izin vermez. Amacına bu kadar benzeyen bir araç daha olamaz: Yüzde yüz şirkten uzaktır!

Allah’ın varlığının tek teorik ispatıdır: İkinci la’nın değillemesi, ilk la’nın varlığıyla nötrlenir. Üzerine dinin kurulacağı aşkın Allah tasavvuru onsuz oluşturulamaz. Çünkü bu tasavvur için zihinlerdeki tüm put-üretici duvarlar yıkılmalı, insanlar arasındaki tüm tahakküm ilişkileri kırılmalı ve mevcudat tek bir düzleme çıkartılmalıdır.

O’na göre sadece iki din vardır: Tevhid Dini İslam ve Şirk Dini Putperestlik. Ve Kelime-i Tevhid iç içe geç(iril)miş bu iki dini birbirinden ayırır. Herhangi bir zaman-mekanda, herhangi bir kişinin bu iki dinden hangisine daha yakın olduğunu belirleyen şey, Kelime-i Tevhid’in o zaman-mekanda o kişice ne kadar içselleştirilip etkinleştirildiğidir.

Kur'an'a göre İslam Muhammed Peygamber’den önce başlamıştır ve tüm dinler özünde o vardır: Musevi İslam, İsevi İslam, Muhammedi İslam,, gibi.. Bu yüzden tüm peygamberler İslam Peygamberi olarak adlandırılır ve Kur’an kendisini hem müfessir, hem de müfesser olarak tanıtır. Ve yine bu yüzden peygamberlerin tarih boyunca karşılıklı mücadele içinde oldukları asla inanmayan kişiler (ateistler) olmamıştır:

O peygamberlerin görevi hatırlatmaktır! İnandırmak değil!! Müşrikler, kafirler ve tağutlar (aralarında sadece şirkte şiddet farkı var diyebiliriz) olmuştur hep karşı(sın)da dur(ul)anlar! Nemrut’lar, Firavun’lar, Bel'am’lar(7), Karun’lar,, gibi.. Bunlar hep inanan insanlardır. Ama İslam'a değil de tarih boyunca onunla iç içe olan, karşısında duramadığı zamanlarda onun içine saklanan Şirk Dini’ne..

Şirk Dini’nin bilinen ilk üyesi cinlerden İblis’tir: Yani bir zamanlar cennette secde etmedik bir tek nokta bile bırakmayan melekler öğretmeni Azazil; “Ben Sen’den başkasına secde etmem! Sana kendi içimde bu kadar yakınım, Adem ki Sana kendi içinde o kadar uzak, ben ona secde etmem.” diyen Şeytan; Adem’i ilahlaştırmaktan çekinirken, nefsini ilahlaştıran Bekçi Köpeği. Onun ilk cümlesindeki Kelime-i Tevhid etkinliği, ne yazık ki ikinci cümlesinde yitmiştir.

Kelime-i Tevhid’in toplumların bilinçaltında yeterince etkin işlemediği zaman-mekanlarda yeryüzünde hep Şirk Dini hakim olmuştur. Onun hükmünün geçerli olduğu zamanların toplamı Tevhid Dini’ninkinden çok daha uzundur. Çünkü o sadece şirk açıkken (Muhammed Peygamber dönemi gibi) zayıftır. Şirk kapandıkça (Ali dönemi gibi) onunla mücadele de zorlaşır.

Her peygamber kendi zaman-mekanının şirk unsurlarına (statükolarına) karşı bir devrim yapmış ve Tevhid Dini’nin evrimini bir adım daha öteye götürmüştür. Fakat her defasında aradan kısa bir süre geçer geçmez devrimleri koruma niyetinde olan muhafazakarların iyiliklerinden maraz doğmuş ve Şirk Dini Tevhid Dini’nin perdesi arkasına saklanmıştır. Musa Peygamber “Ben halkına kendimden başka ilah layık görmüyorum” diyen Firavun’a ve onun ilahlarına karşı devrimini daha bitirmemişken, Kenanlı Bel’am devrimi Musevi İslam taraftarları arasında yozlaştırmaya başlamıştır bile. İsa Peygamber yahudileşen Musevi İslam’ı evrilttikten sonra, yozlaşmış Mithra Dini(8) bayraklarını indirip, saklanmıştır devrimin arkasına ve Kilise Hıristiyanlığına gebe kalmıştır İsevi İslam. Yoksulların devrimi, soylularca törpülenmiştir ve Yahya’nın vaftizinin içini boşaltmıştır Kilise. Muhammed Peygamber’in devrimi vaftizi Kur’an’la abdeste dönüştürdükten sonra, Muaviye’nin askerleri devrimin takipçilerine karşı o Kur’an yapraklarını mızraklarının ucuna kalkan yapmıştır bu sefer. 8 ve 9. yüzyıllarda 5 büyük imamın(9) ve sonrasında tasavvuf ehlinin yozlaşmayı gidermek için yaptıklarıysa, daha sonra başkalarınca yozlaştırmak için kullanılır olmuştur. Henefi yaptıklarının taklit edilmemesini istese de, Hanbeli söylediklerinin yazılmasını yasaklasa da, onlar adına mezhepler kurulmuş, o mezhepler üzerinden Müslümanlar yahudileştirilmiştir.

Bundan dolayı, sadece tarihe bakarak dinler hakkında yapacağımız yorumlar daha çok Şirk Dini’ni betimler olacaktır. Bunun türevi olan olası tehlikeler yüzünden de atalarının dinini sorgulamak, sorgulamak içinse Kelime-i Tevhid gerekir.

II KELİME-İ ŞAHADET:


Eşhedu en-la ilahe illallah,
ve eşhedu enne Muhammeden abduhu ve Rasuluh!

Şahitlik ederim ki “Yoktur ilah, Allah’tan başka”;
yine şahitlik ederim ki “Muhammet O’nun kulu ve O’nun elçisidir”!

Bu cümlede Allah, Peygamber ve Müslüman tasavvurlarının birbirleriyle bağlantılı olarak nasıl kurulacağı anlatılmaktadır. Kelime-i Tevhid ile kurulan Allah tasavvurunun türevi olarak Peygamber tasavvuru, kulluk ve elçilik ile sınırlandırılmıştır. Bu peygamberin putlaştırılıp, dinin sünnet üzerinden yozlaştırılmasını engellemek içindir.

Kelime-i Tevhid ile kurulan Allah tasavvurunun türevi olarak Müslüman tasavvuru ise iki la’nın, yani isyan-teslim dikotomisinin üzerine yerleştirilmiştir. İsyan da, teslim de bir başına Müslüman olmak için yetmez. Allah vardır demek için önce hiçbir ilah yoktur demek, başka her şeye isyan edebilecek uyanıklıkta O’na teslim olmak gerekmektedir. İçinde isyan olmayan hiçbir teslimin kıymeti olmaz. İblis’in cennetin her noktasında secde edişinin veya Adem’e cennette tüm meleklerin secde edişinin bir kıymetinin kalmadığı gibi. Müslüman olmak demek, Kelime-i Tevhid’i giyinip, somut ve soyut, dışrak ve içrek tüm putları birer birer Allah’ın ismiyle kırmak; teslim denizine isyan tepesinden atlamak demektir.

Müslüman tasavvurunu daha doğru anlamak için cümleye ismini veren şahitlik üzerinde de durmakta fayda vardır. Zira şahit olmak için bakmak, baktığını görmek, gördüğünü an’lamak ve an’ladığını an’latmak, yani dört farklı düzeyde etkin olmak gerekir. An’lattıklarınızın da şahit olabilir olması, an’latımın niteliğini kısıtlamaktadır: An’latım diğerlerinin bu dört farklı düzeydeki etkinliklerine yapılan toplam müdahaleyi sıfıra indirger nitelikte olmalıdır ki onlar da şahit olabilsin! Hangi zaman-mekanda isyan etmesi, hangi zaman-mekanda teslim olması gerektiğini bir Müslüman kendi kendine bulmalıdır!

III İSLAM’IN ŞARTLARI:

Kur’an sık sık “Bu sadece bir hatırlatmadır” içeriğinde sözler fısıldar onunla konuşanların kulaklarına. Zira “insan” kelimesinin “unutmak” köküyle ilişkisini atlamazsak, İslam’ın tüm şartlarının bizler için birer hatırlatma niteliği taşıması beklenebilir. Bu noktada önemli olansa, hatırlatılmak istenenleri belirlemektir. Öyle ki, bu şartların amaç uzayları hatırlatmak istediklerini baştan sona kapsasın..

Eğer hatırlatılmak istenenler bu araçlarla hatırlanabilirse, her şartın birçok kişisel ve toplumsal faydası ortaya çıkabilir. Bunlar bu şartlar için birer sebep değil, birer sonuçtur. Ama ancak şartlar hakları verilerek yerine getirildiklerinde.. Yani araçlar sürekli ve sadece amaçlarına/hatırlatmalarına hizmet ettiğinde..

III-1 Kelime-i Şahadet Getirmek :

Aslında İslam’ın tek şartı budur. Diğer tüm şartlar, bu şartın farklı içrekliklerde hatırlanıp, onlara tekamül eden dışraklıklarda hatırlatılması yolunda birer araçtır.

Bu şart ise Kelime-i Tehvid’in hatırlanması yolundaki yegane araçtır. Kelime-i Tevhid’in amacı ise her türlü şirkten uzak olmaktır.

III-2 Namaz Kılmak :

Namaz kılarken ilk düzeyde hatırlatılmak istenen her zaman ve her halimizle O’nun huzurunda olduğumuzdur. Namazın vakitlere bölünüp, gün içine dağıtılışı ve bu vakitlerin her gün değişmesi “her zaman”ı vurgulamaya yöneliktir. Namaz içinde birden fazla duruşun – kıyam, rüku, sücud ve kade-i ahirenin - olması ise, “her halimizle”ye.. Bu duruşların zamansal sıralaması da önemlidir tabii.

Kıyamda, dosdoğru duruşta, Fatiha(10) Suresi’nin okunmasının vacipliği dikkate değerdir. Bu sure, adı gibidir ve Kur’an’ın anahtarıdır. Her okunduğunda bir kapı açılır. O kapıdan içeri girilmezse, söylenenler içselleştirilmezse, kapıyı açmanın bir anlamı kalmaz. Ma’un Suresi’nde “Yazıklar olsun şu namaz kılıp, duranlara ki onların kalpleri namazlarına yabancıdır!” demesi bundan olsa gerek.

Her rekattaki ikinci secde ile İblis’in secde etmediğini görünce meleklerin şükretme amaçlı ikinci kez secdeye varışı hatırlatılmak istenir. Böylece ilk secdeye varış O’nun emrini kayıtsız şartsız yerine getirmek için, ikinci secde ise bilinçli bir tercihle, şahitliğe şükretmek için yapılmış olur. İki secde arasındaki bir secdelik bekleyiş de bunun içindir: Hatırlamak için!

Sözün özü, namaz ile zamanı ve ardından zaman aracılığıyla başka şeyleri putlaştırmalar engellenmelidir. Çünkü tüm putlar kırıldığında, tek bir ilah kalır: Allah. Bunun için zamanın sahibi olmadığımız hatırlatılmak istenir.

III-3 Oruç Tutmak :

“Kendini bilen, Rabb’ini bilir” demiştir Hz. Muhammed. Oruç tutmanın amacı sadece vücudun aç bırakılması değildir. Rabb’i tanımak için kendini tanımak, kendini tanımak için nefsi/egoyu ara sıra aç bırakmak gerekir: Kişinin kendisiyle muhabbeti nefsi/egoyu sürekli doyurma eğilimindedir. Oruçla benliğe bu muhabbetin bir tahakküm ilişkisi değil, bir iktidar ilişkisi olması gerektiği hatırlatılmak istenir. Zira benlik bir genotip, nefis/ego ise bir fenotip gibidir: Benlik tüm insanlarda neredeyse tamamen ortakken, onun kırpıntılarının olası bir birleşiminin ürünü olan nefis/ego herkeste değişir.

Mide boş bırakılırken de, nefis/ego kibir ve benzeri şeylerle doyurabileceği için dikkatli olmak gerekir. Bu yüzden olsa gerek iftarda sofradan doymadan kalkmayı denemiştir hep peygamber.

Sözün özü, oruç ile nefis/ego ve ardından onun aracılığıyla başka şeyleri putlaştırmalar engellenmelidir. Çünkü tüm putlar kırıldığında, tek bir ilah kalır: Allah. Bunun için nefsin/egonun sahibi olmadığımız, yani bizim sahibimizin nefsimiz/egomuz olmadığı hatırlatılmak istenir.

Burada oruç ile terbiye edilmiş bir bakış açısıyla şu iki ayeti yorumlamakta da fayda olabilir:

“..kim bir insanı öldürürse, bütün insanlığı öldürmüş gibidir; kim bir hayatı kurtarırsa, bütün insanlığı kurtarmış olur!” (Maide, 32)

“Ve şunu da bilin ki ey müminler, düşmanı öldüren siz değildiniz, Allah’tı onları öldüren ve korku saldığın zaman sen değildin peygamber onların içine korku salan, Allah’tı korkuyu salan. Ve O bütün bunları kendi belirlediği güzel bir sınavla müminleri sınamak için yaptı. Muhakkak ki Allah her şeyi işiten, her şeyi hakkıyla bilendir.” (Enfal, 8)

Öyleyse bir kişinin ölmesine karar verirken, “Ben Tanrı’yım” denilmektedir veya diyebilmek gerekir. “Ben Tanrı’yım” cümlesinin hakkı verilmemişse, adam öldürmek şirke girer: Nefis/ego ilahlaştırılmış olunur. Bu cümlenin hakkını vermek ise hiç kolay olmasa gerek:

Gayret etmenin (cihad: ce-he-de) nefes harfi olan ve O’nu temsil eden he’sini (ه) elif ile uzatınca savaşmak (ce-hê-de), kalın he (ح) ile değiştirince ise inkar etmek (ce-ha-de) olur.
Gayret etmenin sadece O’na teslimi temsil eden de’sinin (د) üstüne bir nokta koyup ze (ذ) yapınca öldürmek (ce-he-ze); bu noktayı uzatıp de’ye ekleyip, ze’yi lam (ل) yapınca bilmemek (cahillik: ce-he-le) olduğu gibi..

III-4 Zekat Vermek :

“Mülk Allah’ındır” der Kur’an. Yani Müslüman aslında mülksüzdür. Zekat ile hatırlatılmak istenen ise işte budur.

Kişi zekat verirken karşısındakine iyilik yapıyor olmaz. Çünkü kendisinin olan bir şeyi vermiyordur. Kur’an’da söylediği gibi: “O rızkını kimilerine doğrudan, kimilerine ise diğerleri aracılığıyla dolaylı yoldan verir!” Zekat veren sadece O’nun rızık dağıtımında aracı olur böylece. Hz. Ömer’in “Adalet mülkün temelidir!” demesi de bundandır. Aksi taktirde Proudhon’un dediği gibi: “Mülkiyet hırsızlıktır!”: Kişi mülkü sahiplenerek O’ndan çalmaya kalkar.. O’nun yeryüzündeki halifesi olmak, yeryüzüne sahip olmak demek değildir; yeryüzünün bir parçası olarak, adaleti sağlamaktır. Her birimiz birer hakim, hakem ve hekim olarak..

Sözün özü, zekat ile mülkü ve ardından mülk aracılığıyla başka şeyleri putlaştırmalar engellenmelidir. Çünkü tüm putlar kırıldığında, tek bir ilah kalır: Allah. Bunun için mülkün sahibi olmadığımız hatırlatılmak istenir.

III-5 Hacca Gitmek :

İbrahim Peygamber, Kelime-i Tevhid’i dile getirip eyleme döktüğü bilinen ilk kişidir. Öyle ki bu cümle onun hayatının tümlevlenişidir. Tevhid Dini onun dini, o ise Allah Dostu olarak adlandırılmıştır. Kendisinden sonra gelen peygamberlere, onun gibi yüzünü batıl olan her şeyden çevirip, hanifçe dine dönmek emredilmiştir.

Hacc, İbrahim’in kurduğu İbadet Evi’ni sadece fiziksel olarak tavaf etmekten ibaret değildir. Onun yaşantısını hatırlatmak ister: Dünyanın dört bir yerindeki tüm yaşantıların aynı anda bırakılması ve onun yaşantısı gibi bir yaşantıya yönlenilmesidir amaç. Bundandır ki onun mezarı yoktur Kabe’de, sadece onun hayatı vardır.

Sözün özü, hacc ile yaşantı ve ardından yaşantı aracılığıyla başka şeyleri putlaştırmalar engellenmelidir. Çünkü tüm putlar kırıldığında, tek bir ilah kalır: Allah. Bunun için yaşamın sahibi olmadığımız hatırlatılmak istenir.

Bu bağlamda birçok islami alışkı (ritüel), İslam’ın şartlarının doğrusal birleşimleri şeklinde yazılabilir. Örneğin kurban kesmek, oruç, zekat ve haccın bir birleşimi olarak düşünülebilir.

Kurban kesmek, sevilen ve bağlanılan bir şeyden Allah için vazgeçmek, yani içrek mülksüzlüğü hatırlatmak içindir. Hz. İbrahim’in çok sevdiği oğlundan vazgeçmesi hatırlanmalıdır bunun için ilk olarak. Sonra da oğlunun yerine bir koçun geçmesi.. Burada Hz. İbrahim’in oğluna karşı duyduğu sevginin yerine Habil’in koçuna karşı duyduğu sevgi geçmiştir aslında. Çünkü ilk kabul edilen kurban, Adem’in oğlu Habil’in koçudur. Kabil’in kurbanı değil.. Ve Habil-Kabil hikayesinde bir koç göğe yükselirken, İbrahim-İsmail hikayesinde bir koç gökten inmiştir. Bu yüzden kurban kesmiş olmak için, önce bir şeye bağlanılması ve ardından Allah için ondan vazgeçilmesi gerekir. Ki hatırlayalım ve sevgi yoluyla hiçbir şeyi putlaştırmaya kalkmayalım.. Aksi taktirde sadece bir hayvan kesilmiş olunur!

Benzer şekilde Mevlevilerin seması ve Alevilerim semahı namaz ve orucun birer doğrusal birleşimi olarak düşünülebilir. Ve örnekler çoğaltılıp, çeşitlemeler yapılabilir. Misal, gelecekte birileri çıkıp, gönüllü kan vermek oruç ve zekatın bir başka doğrusal birleşimidir deyip, bunu bir alışkı haline getirebilir.

IV İMANIN TABAKALARI:


İmanın şartlarının 6 tane olduğu söylenir:

- Allah’ın birliğine inanmak
- O’nun Peygamberlerine inanmak
- O’nun Kitaplarına inanmak
- Hayır ve şerrin O’ndan olduğuna inanmak
- Ahirete inanmak
- O’nun Meleklerine inanmak

İmanın şartlarını bu şekilde saymakta kuramsal olarak hiçbir sorun yoktur: Kur’an’da iman eden kişilerin özellikleri olarak geçen özellikler, bu 6 şartın herhangi bir doğrusal birleşiminin gereği olarak yazılabilir. Ama uygulamada bir sorun vardır: Şartları sözde kabul etmek, yani gereklerini yerine getirmemek. Kuşkusuz bu Vahdet, Peygamber, Kitap, Hayır-Şerr, Ahiret ve Melek tasavvurlarının nasıl kurulduğu ile ilişkilidir ve bu kavramların içini birer birer İslam’ın tek şartı olan Kelime-i Şahadetten türevleyerek doldurmak gerekir. Asıl sorun ise burada ortaya çıkar: Bu işin birden fazla şekilde yapılmasını engelleyecek hiçbir şey yoktur.

Bu amaç-araç yanılsamasını gidermek için 1 yöntem bulunamadığı için, yöntemleri sorgular nitelikte bir başka akıl yürütme yapılabilir: İmanı tabakalara ayırmak. Öyle ki, Kur’an’da iman eden kişilerin özellikleri olarak geçen özelliklerin her biri bu tabakalardan herhangi birisinin üzerinde gösterilebilsin..

İmanı 5 tabakaya ayırabiliriz bu niyetle: Kalbin, aklın, sözün, eylemin ve imanın imanı..

İmanı 5 tabakaya ayırmak, en az 2 üzeri 5 = 32 olasılık olduğunu söyler imanda. Kişi içrekten başlamalıdır iman etmeye. Ve bir bir eklemelidir diğerlerini de sırasıyla ilkinin üstüne! Bu yüzden 32 olasılıktan ilk 5’i, sırasıyla tabakaları üst üste eklerken gerçekleşir. Diğer olasılıklar ise ortak bir şekilde tanımlanabilirler: En az bir tabaka, kendinden önceki en az bir tabakadan önce gelir. Yani boşluk kalır tabakalar içinde. Ama her ne ki içi dolu olması gerektiği halde boştur, işte o artık bir puttur! Ve her ne ki bir puttur, Kelime-i Tevhid gereği kırılması gerekir!!

IV-1 Kalbin İmanı :

Aklı iman etmemiş mümin kalpler, yolun başındadırlar. O kadar ki - bir ihtimal, imanda pazarlık ederler. Yani alış-veriştir yaptıkları! Verebilecekleri hiçbir şey olmadığını bilmezler oysa..

İbadet ettikçe huzur bulurlar, huzur buldukça daha çok ibadet ederler. Birini çok düşünüyorlarsa, o kişinin de doğru bildiklerine katılmasını isterler. Zira sadece sezgileriyle tasavvur ederler O’nu. Bu yüzden de tasavvurları sınırlı kalır. Olur da kendilerince çok kötü olan bir şeyle karşı karşıya gelirlerse hayatta, imanlarından olabilirler. Hicreti sadece tarihsel bir olay zannaderler.

Tasavvuf ehli, aralarında bu noktada olanları şeriat kapısından girmiş olanlar olarak adlandırır. Onlar sırtlarına vurulduğunda kalkıp vurana aynı şiddette vuran bilgiç abitlerdir. O’na ilmen yakindirler ve bilgileri sadece “data”/veri düzeyindedir.

21 Mayıs 2012 Pazartesi

Oruç zor gelmezdi, günler kısalsa,
Namaz da kılardık, vaktimiz olsa,
İbâdet kolaydı, iş bize kalsa;
Nasıl olsa Allah affeder bizi (!)
Ölmeden yaparız, biz tövbemizi.

(Cengiz Numanoğlu)

9 Mayıs 2012 Çarşamba

Is Anger Sweeter than Honey?


The man was filled with rage... While yelling with full force at the person before him, his face became red and his jugular vein became more and more pronounced. While the flames of anger reflected on his face, his insolence reverberated in his voice. When this state of his caught the attention of the Prophet of Mercy, the latter turned to those around him and, with his calm and soothing voice, said:
“I know such a word that if this person were to utter it, this state of anger they are in would dissipate.” If this person were to say, “I seek refuge in God from the accursed devil” then this state of anger would dissipate.” The Companions hearing this immediately approaching the angered man told him to seek refuge in God from Satan thus; however, the man refused to dos so, saying, “Am I crazy to do such a thing?” (Bukhari, Beginning of Creation, 11)
Of course, the man was not crazy. And Prophet Muhammad knew also that he was not crazy. However, his anger had as though brought him to a state of insanity.  He had reached the point when he was unable to control himself and think soundly, thus losing his ability to prevent Satan from misleading him. Due to the Prophet’s having seen this man’s powerless state, he wanted the man to seek refuge in God’s infinite mercy, distance himself from Satan and hoped to prevent the angry from taking steps, in such a state, that he would later come to regret.

Prophet Muhammad draws attention to the point that anger is related to Satan. Weakening a person’s willpower, anger causes them to become vulnerable to all kinds of negative influence. This state, described via the Turkish adage, “When anger comes, reason goes,” is surely in Satan’s interests.
Stating, ““Anger comes from Satan and Satan was created of fire. Water puts out fire, thus when one of you is angry, they should take wudu (ritual ablution),” (Abu Dawud, Adab, 3), Prophet Muhammad draws attention to the point that anger is related to Satan. Weakening a person’s willpower, anger causes them to become vulnerable to all kinds of negative influence. This state, described via the Turkish adage, “When anger comes, reason goes,” is surely in Satan’s interests.
In actual fact, anger is a natural emotion. It is an instinctual feeling that functions as a force in a human being’s protecting themselves from danger and defending themselves when faced with an assault on either their self or their values. A person who feels anger when they sense a threat to their body, possessions, beliefs, honor, and their loved ones attempts to ward off the threat in question by means of simultaneously mobilizing their physical, emotional and mental powers. However, the fact that anger innately exists in human beings does not automatically mean that it is entirely innocent. We all know that anger is an emotion which must be controlled and which, when exceeding the limits, is extremely destructive for both the person who becomes angry and those in their presence. In short, just as the Prophet has stated, anger is like fire; human beings are in need of it, but when it becomes excessive and reaches the point where it can no longer be controlled, it consumes, destroys, and completely ruins the human being…

They say that anger is sweeter than honey. It seems all too easy for a person to fall victim to anger and drift about in aimlessness. None of us have the luxury of letting ourselves go in the maelstrom of anger only to dump our negative energy on those we encounter, and then hiding behind the excuse of having fallen victim to our rage.
This world of trial presents itself to human beings with different troubles at each step. When a person is faced with a problem, finds themselves in the middle of conflict, experiences difficulty expressing their thoughts and feelings despite all their efforts, and when their expectations are not realized, they feel anger, even though they may be a tiny infant. Whereas, what is expected from human beings as possessors of reason and as beings granted, through God’s infinite grace, the honor of being the most exalted beings on earth, is not to allow their anger to cloud their reason. While they may at times be successful with anger displayed at the right time and in the right way, they must not forget that anger is in hand like dynamite ready to explode at the wrong place and at the wrong time.
They say that anger is sweeter than honey. It seems all too easy for a person to fall victim to anger and drift about in aimlessness. However, when a mature person of sound mind feels a potentially destructive anger, they must be patient and level-headed, allaying it in the shortest time possible. None of us have the luxury of letting ourselves go in the maelstrom of anger only to dump our negative energy on those we encounter, and then hiding behind the excuse of having fallen victim to our rage. Overcoming and monitoring one's anger is the responsibility of everyone, regardless of their age, gender and social status. If, as the Turkish saying goes, "Those who rise with anger will sit with injury," then mother, father, teacher, administrator, businessman or workman – everyone is obligated to protect themselves and their environment from harm.
To a person wanting advice from him, Prophet Muhammad said, “Do not become angry!” and repeated this thrice (Bukhari, Adab, 76). Surely, overcoming one's anger, reminiscent of a fireball, is no easy task. However, as the Prophet states, "The strong person is not one who throws their adversaries to the ground. A strong person is one who contains themselves when they are angry" (Muslim, Good Character, 106). In other words, talent lies not in wrestling or crushing one’s opponent, but in learning how to struggle against our anger. There are matchless examples of this practice in the life of Prophet Muhammad. The Prophet, who was not shy to express his anger in the face of injustice, remained very calm, level-headed and reasonable otherwise, and instilled mildness, mercy, and compassion to the people of the Age of Ignorance taken captive by anger. For instance, distributing the spoils of war appropriated during the battle of Hunayn, the Prophet gave extra spoils to those whose hearts he was trying to warm to Islam. One of the natives of Madina, unable to contain his anger said, “By Allah, in this distribution justice has not been observed, nor has Allah's Pleasure been aimed at."  Informed of this, the Prophet became angry enough that the color of his face changed and said: "If Allah and His Apostle did not act justly, who else would act justly. May Allah be merciful to Moses, for he was harmed with more than this, yet he kept patient." (Bukhari, Khumus, 19).

Rushing to the aid of his community in matters of anger management, Prophet Muhammad said, “If one of you becomes angered, then let them sit down. If they their anger subsides (upon sitting) then this is good. If it does not however, let them sit down,” and advised that one who is angered to remain silent so that they do not hurt others.
Rushing to the aid of his community in matters of anger management, Prophet Muhammad said, “If one of you becomes angered, then let them sit down. If they their anger subsides (upon sitting) then this is good. If it does not however, let them sit down,” (Abu Dawud, Adab, 3) and advised that one who is angered to remain silent so that they do not hurt others (Ibn Hanbal, I, 239). He once changed the name of a man called Baghiz (meaning angry/hateful) to Habib (endearing/beloved), not content with anger being seen as acceptable or taking root in one’s character. The Prophet himself feared momentary lapses stemming from anger and asked of God for the following: “Oh Allah! Muhammad is but a man. He becomes angered just like everyone else. If I unjustly curse upon a Muslim, or wish them harm, allow for this become a means of cleansing them (of their sins) and a source of mercy.” (Muslim, Birr and Sila, 89).
The son of ‘Umar, Abdullah says, "There is nothing that is swallowed greater with God in reward than a slave of God who swallows and contains his rancor out of desire for the pleasure of God" (Bukhari, Abad-al Mufrad, pg. 446). The Prophet spoke of the reward of the servant in the Afterlife who overcomes their anger and restrains themselves, despite having the power to take on their associate, so as not to hurt the person (Tirmidhi, Sifat ul Qiyama, 48). After all, is not the issue standing, as a believing servant of God, even before the flames of fire for the sake of God and becoming one of those praised in the Qur’an: “They spend (out of what God has provided for them,) both in ease and hardship, ever-restraining their rage (even when provoked and able to retaliate), and pardoning people (their offenses)... Such are the ones whose reward is forgiveness from their Lord and Gardens through which rivers flow, to abide therein. How excellent is the reward of those who always do good deeds!  (Al-'Imran, 134; 136).

geçen günler

hayaller...
hayaller...
hayaller...
hiç ummadığınız anlarda karşınıza ummadığınız insanlar ummadığınız duyguları yeşertip kaçıp giderler... yahut da gitmeleri gerektir. rabbim bir anda çıkartır karşımıza ve bizi sınar. rabb'in verdiği herşeye gönlümüz razı. lakin kullar almasa. hoş ona da sözümüz var rabb izin vermese dahi o kul da alamaz ya... velhasılı geçelim geçen günlere...
öncelikle unutulmuş olan hayal kurma eylemi tekrar canlandı ki sormayın efendiler nasıl bir canlanma... evlilik hayaller ki nasıl hayaller aman ya rabbi!!! hayallerde sırf rıza üzre kurulu lakin yüza bakan harama girdirilen bir kul var karşıda hele ki geride sayısız günahlar!!! ne yapmalı örtmeli mi dürüstçe çıkıp böyle böyle mi demeli... nefsim söylemeyi hiç istemedi söylemedi de bir müddet. çünkü ona hayal kurmayı öyle yasak etmiştim ki bir küçük ışık hızması ile kendinden geçip hülya denizlerinde sörf yapar oldu... derken her daim yaşam gibi ölüme giden ilk adımın atıldığı doğum gibi bu hayallerde ölecekleri hüsrana uğrayacakları günlere giden ilk adımları attı. camii avlularında rabb'i anlatarak geçen saniyeler, göstermeden akıtılan gözyaşları ve hayaller hüsranı. mutluluk her daim insanları farklı bir aleme götürür. oysaki mutluluk bana acı getirdi...mutlu olmayı hak etmeyen nefsime daha bir prangalar vurma isteği getirdi. zira terbiyesi tamamlanmadan kurduğu her hayal beni harama bir adım daha yaklaştırmakta idi.lakin her duamızda rabb'den bizi harama götüren sevgilerden uzak tutması istendi.. aksi takdirde tevbelerin hepsi küçük bir dokunuş ile heba edilebilirdi...
camiilere gittik onunla gezdik kahvaltı ettik hepi topu birkaç görüşme idi lakin bu dahi rabb'im şahit ya gönlümü ısındırdı ona. lakin yalnızca rabb içindi herşey. şaşmamam gereken tek husus buydu! elhamdülillah saptırmadan da kendisini çıkardı rabb'im hayatımdan. zira balın tadına bakan balın kokusunu alır almaz tadına bakmak için can atar.
düşünüyorum da edep ne güzel şeymiş. edebimden bakmadığım yüzünü pek hatırlayamasam da edebimden sevdiğim ahlakı var bir tek aklımda... edepten bakamadığım gözler yerine edeple gülen bir gülüş var hatırımda. lakin gaflet tez vakit yakalasın istiyorum beni. çünkü korkarım ansızın aşktan da aşırı sevgiden de... ben sevginin, odalarda kitlenen insanlara verilmemesi gerektiğini öğrendim. sevgi gönlü odasız duvarsız bir yapı  yapmaktır. bir kabe yapmaktır. yalnız dış duvarları olan ki bu duvarlar düşmana karşıdır. içinde herhes eşit ve çok sevilir. bir tek rabb ve resulu ayrı sevilir ki onlar dahi orada sevilir. rüyalardan üzülsem de farkeyledim ki rabbim sevgimin dağılmasını istemiyor kendimi değerli hissettim. zaten beni pek değerli yaratan  rabb'e verdiğim sevgi eğer bir kula kayacaksa varsın olmasın o sevgi. yalnız kaldıkça üzüldüm üzüldükçe sevindim. öyle bir duyguydu ki bu halen de var inşallah hiç eksilmez, rabb sevdiği kuluna sıkıntı verir ve onun elinden alır ki benden daha çok istesin bana daha çok yakın olsun diye işte bundan dolayı pek sevindim.ve aynı zamanda da dünyaya kandım üzüldüm... velhasılı her durumda da yaslanacak tek rabb'imin olduğunu tekrar gördüm ve onun ipine sımsıkı sarılma yoluna gayretle atıldım...
lakin yürek ne acayip... hemkorkutuyor sevgiliyi hemde korktuğu için ona kızıyor. ey sevgili dediğim geçmiş zaman er kişisi. özür dilerim sevgili pek edepsizce gelir dillere zira pek kirlendi dillerde. ey gönlü pare pare havalandıran er kişi... sağolasın gönlü kıpırtılara soktuğun için lakin bizde sana değil seni vesile kılana sevgi çoktur. sana da minnetimiz çoktur...
selametle....

29 Nisan 2012 Pazar

sabır ve teslimiyet



 
Ümmü Seleme (r.a.)’den nakledildiğine göre, Allah Rasûlü (sav) şöyle buyurmuştur: “Birinizin başına bir musibet geldiği zaman, ‘Biz Allah’a aidiz ve ona döneceğiz. Ey Allah’ım! Musibetimin ecrini senden bekliyorum, bundan dolayı bana ecir ihsan et ve benim için onu daha hayırlısıyla değiştir.’ desin.” (Ebu Davud, Cenâiz, 22.)

Ümmü Seleme Validemiz, Allah Rasûlü’nün, “Kim bu şekilde dua ederse, Allah onun bu talebini yerine getirir.” buyurduğunu naklettikten sonra şöyle devam eder: “(Eşim) Ebu Seleme vefat edince ben de böyle dua ettim. Sonra da, kendi kendime “Ebu Seleme’den daha hayırlısı kim olabilir ki?” dedim. Hâlbuki Allah ondan sonra, Rasûlüllah (sav) ile evlenmemi nasip etti.”(Muvatta, Cenaiz, 14.)
Tehlike ve musibetlerle karşı karşıya kalan mümin, yıkılmadan ayakta durabilecek bir inanca ve dirence sahip olmalıdır. Çünkü o, yaşadığı dünyayı imar etmek, insanlığı ihya etmek ve ahiretini mamur etmekle yükümlüdür.
İnsan, yaratılışı gereği sevgiyi, üzüntüyü, kederi, sevinci, felaketi, neşeyi birlikte yaşayabilen bir varlıktır. Hayatı boyunca sevincine vesile olan birçok olayla karşılaştığı gibi, üzülmesine yol açacak olaylarla da yüz yüze kalır. Diğer canlılar gibi o da fiziksel ve ruhsal sıkıntıların yanı sıra doğa olaylarından, diğer canlılardan veya hemcinslerinden gelecek tehlikelere muhataptır ve bunlara karşı tedbirli olmak zorundadır. İşte bu tehlike ve musibetlerle karşı karşıya kalan mümin, yıkılmadan ayakta durabilecek bir inanca ve dirence sahip olmalıdır. Çünkü o, yaşadığı dünyayı imar etmek, insanlığı ihya etmek ve ahiretini mamur etmekle yükümlüdür. Başına gelebilecek tehlikelere karşı elinden gelen bütün tedbirleri aldıktan sonra maruz kaldığı kaçınılmaz felaketlere önce sabır, sonra azim ve irade silahıyla mukabele edecektir. Onun lügatinde pes etmek değil, sabır ve tevekkül vardır. O, musibetlerin bir imtihan olduğunu Yüce Allah’ın hitabıyla öğrenmiştir. (Bakara, 155.) Elde ettiği başarıların da karşılaştığı sıkıntı ve felaketlerin de bu imtihanın bir parçası olduğunun farkındadır. Yarattığı insanın zaaf noktalarını en iyi bilen Cenab-ı Hakk, insana bir zarar dokunduğunda kendisine yalvardığını, sonra ona bir nimet verdiğinde ‘Bu bana bilgim sayesinde verildi.’ dediğini, hâlbuki bunun bir imtihan olduğunu, fakat insanların çoğunun bunu bilmediklerini beyan etmektedir. (Zümer, 49.)
Sevgili Peygamberimiz, müminle kâfirin mukayesesini yaptığı bir hadislerinde, bela karşısında mümini, rüzgârda eğilse bile yıkılıp kırılmayan yeşil ekine, kâfiri ise sert bir rüzgâr karşısında kırılan ya da kökünden devrilen bir ağaca benzetmiştir.
Mümin, bu sınavı başarıyla vermek ve Hz. Peygamber (sav)’in ifadesiyle, eğilse bile yıkılmamak zorundadır. Sevgili Peygamberimiz, müminle kâfirin mukayesesini yaptığı bir hadislerinde, bela karşısında mümini, rüzgârda eğilse bile yıkılıp kırılmayan yeşil ekine, kâfiri ise sert bir rüzgâr karşısında kırılan ya da kökünden devrilen bir ağaca benzetmiştir. (Buhari, Tevhid, 31.)
Peygamber Efendimiz’in, İslam’a davet yolunda karşılaştığı güçlük ve sıkıntılara karşı gösterdiği sabır ve metanet, müminlerin musibetler konusunda nasıl bir tavır takınmaları gerektiğine güzel bir örnektir. Bilindiği gibi Mekke döneminde, müşriklerin amansız baskılarına, ekonomik ve sosyal ambargolarına, öldürme teşebbüslerine karşı bir avuç müminle sabredip direnen ve bu arada gerekli tedbirleri de alarak düşmanlarının hesaplarını boşa çıkaran Peygamberimiz (sav), daha sonra muzaffer bir komutan olarak Mekke’ye girdiğinde, kendisine ve arkadaşlarına yapılanların intikamını almaya kalkışmamış, çektiği acıları, başkalarına acı çektirerek telafi etmemiştir. O, kendisini taşlayıp elini yüzünü kan içinde bırakanlara bile, bir yandan yüzündeki kanı silerken, diğer yandan, “Ya Rabbi! Kavmimi bağışla, çünkü onlar bilmiyorlar.” (İbn Mace, Fiten, 23.) diyerek hayır duada bulunmuştur.
Hastalık ve ölüm gibi insanın başına gelebilecek doğal musibetler karşısında Hz. Peygamber’in takındığı tavır da bir yandan onun insani ve duygusal yönünü ortaya koyarken, diğer yandan böyle durumlarda izlenmesi gereken dengeli tutuma işaret etmektedir. Oğlu İbrahim’in ölümüne ağladığında kendisine şaşıranlara verdiği şu cevap bunu çok güzel ortaya koymaktadır: “Göz ağlar, kalp üzülür. Biz Rabbimiz’i gazaplandıracak bir söz söylemeyiz. Eğer ölüm, doğru söyleyen (Allah’ın) herkesi kapsayan bir va’di olmasaydı ve arkada kalan, önden gidene kavuşmayacak olsaydı Ey İbrahim, biz şu ankinden çok daha büyük bir üzüntü duyacaktık. Biz senin için çok hüzünlüyüz.”(İbn Mace, Cenâiz, 53.)
“Sabır, musibetin ilk darbesinde (başa geldiği ilk anda) yapılan sabırdır.” (Buhari, Cenaiz, 31.)
Peygamber Efendimiz (sav), musibete maruz kalan müminleri teselli eder, bu meyanda sık sık hasta ziyaretine giderdi. Bir gün hasta bir bedeviyi ziyaretinde teselli kabilinden, “Zararı yok (aldırma). İnşallah hataların için temizleyici olur.” deyince, hastalığının şiddetinden bunalan bedevi, “Temizler diyorsun ama hiç de öyle değil. Bilakis o, düşkün bir ihtiyarın üzerinde kaynayıp duran, kabirleri ziyaret ettiren bir hummadır.” karşılığını verdi. Hastanın sıkıntılı durumunu gören Peygamberimiz (sav), “Peki, öyle olsun.” buyurdu. (Buhari, Merdâ 10.)
Bir gün, kabir başında ağlamakta olan bir kadının yanına uğrayan Peygamber Efendimiz (sav), “Allah’tan kork ve sabret.” deyince, onu tanımayan kadın, “Git başımdan, sen benim musibetimi tatmadın.” karşılığını verdi. Daha sonra onun Allah’ın elçisi olduğu kendisine hatırlatılınca büyük bir üzüntüyle kendisinden özür dileyen kadına Peygamberimiz, “Sabır, musibetin ilk darbesinde (başa geldiği ilk anda) yapılan sabırdır.” (Buhari, Cenaiz, 31.) diyerek, acının tazeliğini koruduğu anda gösterilecek sabrın önemine işaret etmiştir. Böylece Peygamberimiz (sav) bir yandan, sıkıntıya maruz kalmış kimseleri teselli edip onların acılarını paylaşmanın insani bir görev olduğunu hatırlatırken, diğer yandan o felaketi yaşayanların gösterebilecekleri doğal tepkilerin anlayışla karşılanması gerektiğini öğretmiştir.
Allah, sabredenlerin başlarına bir musibet geldiğinde “Biz Allah’a aidiz ve yine O’na döneceğiz.” dediklerini haber vermektedir. Allah Rasûlü de bir hadislerinde, “Müminin işine şaşılır. Çünkü onun bütün işleri hayırdır ve bu sadece mümine özgüdür. Kendisine bir varlık (nimet) isabet ederse şükreder, bu onun için hayır olur, bir zarar isabet ederse sabreder, bu da onu için hayır olur.” buyurmuştur.
Peygamber Efendimiz, musibetler karşısında Cahiliye insanının takındığı yanlış tavır konusunda da ashabını uyarmıştır. Örneğin, kadınlardan biat alırken bir musibet karşısında yüzlerini dövüp tırmalamamaları, feryat figan etmemeleri, yakalarını bağırlarını yırtmamaları ve saçlarını başlarını yolup dağıtmamaları hususunda söz almıştır. (Ebu Davud, Cenâiz, 29.)
O, bunun yerine Kur’ân-ı Kerîm’in emri olan sabrı ve Allah’a teslimiyeti tavsiye etmiştir. Çünkü Allah, sabredenlerin başlarına bir musibet geldiğinde “Biz Allah’a aidiz ve yine O’na döneceğiz.” (innâ lillâh ve innâ ileyhi râciûn) (Bakara, 156.) dediklerini haber vermektedir. Allah Rasûlü de bir hadislerinde, “Müminin işine şaşılır. Çünkü onun bütün işleri hayırdır ve bu sadece mümine özgüdür. Kendisine bir varlık (nimet) isabet ederse şükreder, bu onun için hayır olur, bir zarar isabet ederse sabreder, bu da onu için hayır olur.” (Müslim, Zühd ve Rekâik, 64.) buyurarak, Allah’tan gelene şükür, sabır ve teslimiyetin müminin özelliği olduğunu vurgulamıştır.

karikatür krizi planlı bir provokasyondu...

Bu karikatürler birden ortaya çıkmadı; bunları ortaya çıkaran ortam çok öncelerden oluşmuştu. Siyasi tartışmalar, medyadaki tartışmalar ve sokaktaki adam uzun yıllardır İslam karşıtı bir retorik geliştirmekteydi. Karikatürleri yayınlayan gazete de, yaptığı İslam karşıtı işlerle tanınan bir gazetedir.
ImageAvrupa Irkçılıkla Mücadele Kurumu Başkanı Baishy Quraishy Danimarka'da başlayan karikatür krizi süreci ve Avrupa'da artan İslam karşıtı hareketler hakkındaki sorularımızı yanıtladı. Günümüzün önemli aktivistlerinden olan Quraishy, karikatürlerin yayımlanmasıyla başlayan süreçte yaşananların birden ortaya çıkmadığı ve bunun planlanmış bir provokasyon olduğu görüşünü vurguladı.
-Avrupa'daki medyanın ve sivil toplum örgütlerinin Karikatür Krizi'ne tepki verme şekillerinde bir farklılık var mıydı? Özel olarak, bunun bir ifade özgürlüğü meselesi mi yoksa kutsal olana saygı meselesi mi olduğuna dair anlayışta bir farklılık var mıydı?
-Öncelikle belirtmek isterim ki bu karikatürler birden ortaya çıkmadı; bunları ortaya çıkaran ortam çok öncelerden oluşmuştu. Siyasi tartışmalar, medyadaki tartışmalar ve sokaktaki adam uzun yıllardır İslam karşıtı bir retorik geliştirmekteydi. Karikatürleri yayınlayan gazete de, yaptığı İslam karşıtı işlerle tanınan bir gazetedir. Bunu yapan herhangi bir kişi değildi, bilakis son derece İslam karşıtı olan bir gazete ve bu gazetenin benim gözümde tam bir "deli" olan editörüydü.
Her seferinde kullandıkları argüman şuydu; "Danimarka'da ifade özgürlüğü vardır." Bu, duyabileceğiniz en büyük yalan, zira Danimarka'da veyahut da başka bir Avrupa ülkesinde ifade özgürlüğü yok.
Bu, çok iyi planlanan bir provokasyon gibiydi. O zamanlar canımı sıkan bir konu da şuydu; karikatürlerin yayınladığı gün karikatürlerin altında Müslümanların demokratik bir toplumda yaşadıklarını ve aşağılanmayı, küçük düşürülmeyi ve hor görülmeyi öğrenmeleri gerektiğini belirten bir yazı bulunuyordu. Eğer iddia edildiği şekilde karikatürlerin amacı Müslümanların topluma entegre olmalarını sağlamaksa, insanları entegre etmenin yolu bu mudur? Onları hor görmek ve aşağılamak mıdır? Sizin çıkış noktanız bu mudur? Bu süreç, benim gözümde iyi planlanmış bir provokasyondur.
ImageİFADE ÖZGÜRLÜĞÜ BÜYÜK BİR YALAN
-Gazete kendini yalanlamış oluyor. Kimseyi aşağılamadıklarını iddia etmişlerdi.
-Böyle diyorlar ama "aşağılamak" sözcüğünü kullanıyorlar. İkinci husus da şu; Müslüman cemaati hem gazete ile hem de hükümet ile diyalog kurmak için mümkün olan her yolu denedi, ama onlar bu diyaloga yanaşmadılar. Müslüman elçi o dönemki Başbakan Rasmussen ile görüşmek istedi fakat o bunu reddetti.
Her seferinde kullandıkları argüman şuydu; "Danimarka'da ifade özgürlüğü vardır." Bu, duyabileceğiniz en büyük yalan, zira Danimarka'da veyahut da başka bir Avrupa ülkesinde ifade özgürlüğü yok. Danimarka'da eğer ben size ırkçı dersem beni mahkemeye çıkartabilirsiniz ve bu nedenle hapse atılabilirim. Kraliçeyi aşağılayamazsınız; Danimarka'da nefret söylemine karşı bir yasa bulunmaktadır. Tüm kanunlar karşısında, tüm bu ayrımlar karşısında nasıl mutlak bir ifade özgürlüğümüz olduğu iddia edilebilir ki? Ayrıca ifade özgürlüğü anayasada kısıtlanmıştır. Anayasada şöyle der, "sorumluluk dâhilinde ifade özgürlüğü" - hakkında yazdığınız topluluğa ve gruba karşı olan sorumluluk.
Buna inanmayabilirsiniz, fakat eğer Danimarkalı politikacılara ya da Danimarka hükümetine karşı bir şey söylersem onlar ensemde biter ve şöyle derler, "Bunu söylemeye nasıl cesaret edersin?" O halde benim ifade özgürlüğüme ne oldu? Bugün Avrupa'daki ifade özgürlüğü sadece beyaz Hıristiyanlar için geçerli, başkası için değil. Bu, benim düşünceme göre yanlış bir şey. İfade özgürlüğü ya herkes için geçerli olmalıdır ya da hiç kimse için geçerli olmamalıdır. Bu, ifade özgürlüğünün kötüye kullanımıdır. Çok saygı duyulan eski bir dışişleri bakanı şöyle demişti, "Tamam, bu insanların ifade özgürlüğü var; düşüncelerini açıklama hakları var. Ancak, bunu açıklamak zorunda değiller."
AVRUPA'NIN EN BÜYÜK SORUNU KİBİR
-Peki, bu bağlamda sizin düşüncenize göre Avrupa'daki en ciddi sorun nedir? İfade özgürlüğünün kötüye kullanımı mı yoksa önyargı mı?
-Bence Avrupa'daki en büyük sorun kibir. Bir siyasetçi olarak zamanında kolonilere sahip oldukları için, birçok Avrupa ülkesinin halen kendilerinin diğerlerine karşı üstün olduklarına inandıklarını düşünüyorum. Kendilerinin diğer insanlara karşı üstün olduklarına gönülden inanıyorlar. Bu zihniyete, bu koloni kökenli düşünceye sahip oldukları sürece durum iyiye gitmeyecektir. Sorun toplumdan kaynaklanmıyor; sorun gücü elinde bulunduranlardan kaynaklanıyor. En nihayetinde, gücü elinde bulunduranlar Avrupalı siyasetçiler ve medya. Benim hiçbir gücüm yok. Bu güç dengesi bozuk olduğu sürece istedikleri şeyleri söyleyebilirler ve yaptıkları şey de bu.
Bizim aktivistlere ihtiyacımız var. İnsanların İslam dininin sadece namaz ve oruçtan ibaret olmadığını, aynı zamanda bir ekonomik sistem ve adalet sistemi olduğunu fark etmeleri için İslam'ın ruhu hakkında ve İslam'ın kendileri için ne anlam ifade ettiği hakkında konuşacak insanlara ihtiyacımız var.
DEMOKRASİ DEĞİL ÇOĞUNLUĞUN DİKTATÖRLÜĞÜ
-İsviçre'deki son gelişmeler hakkında ne düşünüyorsunuz? Demokrasi hakkı demokrasinin kendisi tarafından kötüye kullanılıyor gibi görünüyor.
-Ben buna çoğunluğun diktatörlüğü diyorum. Durum şu; Avrupa'daki insanlar demokrasinin temel kuralının herkesin eşit haklara sahip olması olduğunu unutuyorlar. Kültürel haklar, sosyal haklar, ekonomik haklar ve dini haklar... İnsanlar bu haklara saygı göstermeli. Eğer azınlıkların haklarına saygı göstermezseniz, bu nasıl bir demokrasidir? Gerçek bir demokraside bu tür kanunlar asla yürürlüğe girmez. İkinci husus da şu; bugünün siyasetçileri seçimleri kaybetmekten o kadar korkuyorlar ki dört seneden fazla ileriye bakmıyorlar. İşte bu yüzden İsviçre'deki ana akım partiler sessiz kalıyor ve sağ kanat partiye bir şey demiyorlar. Şikâyeti başlatan sağ kanat partiydi. Bunu ana akım parti başlatmadı, fakat bunun olmasına izin verdiler. Bu siyasi çıkardır ve bir de biz istediğimizi söyleyebiliriz ve azınlıklar da bunu kabul etmek zorunda diyen bir kibir mevcut. Bu zihniyet var olduğu sürece, bu durum devam edecektir. Birkaç yıl içerisinde camilerin olmaması gerektiğini söyleyen bir kanun da geçireceklerdir. Ne yapacağız? Parlamentoda oy hakları var ve bunu yapabilirler.
-Tüm bu olumsuz gelişmelerin dışında bir eğilim de mevcut. Örneğin, Danimarka'da İslam hakkında meraklı olan bir grup insan ve Müslüman olan bir grup insan bulunuyor. Bir taraftan halen büyük bir İslam korkusu varken bunu nasıl açıklayabiliriz?
-Bu insanların müdahil olmalarının iki nedeni var. İlk neden şu; insanlar bir dinin saldırıya uğradığını fark ettiklerinde o dine karşı ilgi duyuyorlar. Sorun nedir? Neden insanlar bu dine saldırıyor? Bilmemiz gereken başka şeyler var mı? Bu dini incelemeye başladıklarında kendi kararlarını veriyorlar. İkinci husus ise; bugün İslam'ı seçen kişilerin çoğu genç insanlar. Avrupa'daki yaşam tarzı onlara çok geniş bir özgürlük sunuyor ve onlar bazen bu özgürlüğü nasıl kullanacaklarını bilmiyorlar. Hayatlarında bir yapıya ihtiyaç duyuyorlar. İslam ile karşılaştıklarında İslam'ı çok yapılanmış bir din olarak görüyorlar ve bu onları çekiyor. İşte bu yüzden İslam genç insanlar arasında çok popüler.
Güç kaybetmekten korkan Kilise, vergi mükelleflerini kaybetmek istemeyen krallar ve siyasi akımlar İslam karşıtlığı düşüncesini başlattı. Bunun doğal bir tepki olup olmadığını bilemem, ancak bu tepki çok nahoş bir şekilde gösterildi. Hz. Muhammed (sav)'in itibarını sarsmak ve böylece İslam'ı gözden düşürmek için doğrudan O'na saldırdılar.
MÜSLÜMAN AKTİVİSTLERE İHTİYAÇ VAR
-İslam'a yönelik ilgideki bu artış bu süreci etkileyecek midir?
-Çok uzun vadede bunun etkisi olacaktır. İslam'a geçenlerin sayısı o kadar fazla değil. Ayrıca İslam'a yeni geçenler ya çok dindar oluyorlar ya da çok münzevi oluyorlar. Bizim aktivistlere ihtiyacımız var. İnsanların İslam dininin sadece namaz ve oruçtan ibaret olmadığını, aynı zamanda bir ekonomik sistem ve adalet sistemi olduğunu fark etmeleri için İslam'ın ruhu hakkında ve İslam'ın kendileri için ne anlam ifade ettiği hakkında konuşacak insanlara ihtiyacımız var. İslam dininde insanların bilmediği birçok şey var. Genç insanların İslam'ı seçmesi olumlu bir şey, ancak bunun etkili olacağını beklememeliyiz.
Müslüman sivil toplum örgütlerinden ya da işe yarayan bir şeyler yapabilecek Müslüman aktivistlerden oluşan bir kuruluş oluşturmak daha iyi olacaktır.
-İslamofobi kavramına gelmek istiyorum. Bu kavramın çok öncelere dayandığını söylüyorsunuz. İslamofobi kelimesi o zamanlar da kullanılıyor muydu?
-İslamofobi yeni bir sözcük. Birleşik Krallık'taki Runnymead kuruluşu İslamofobi hakkında bir rapor yayınlamıştı. Ancak, İslam karşıtı propaganda kavramı çok eskilere dayanıyor. Ben buna İslam'ın şeytanlaştırılması adını veriyorum. Bu, İslam'ın başlangıcından itibaren ortaya çıktı. Güç kaybetmekten korkan Kilise, vergi mükelleflerini kaybetmek istemeyen krallar ve siyasi akımlar İslam karşıtlığı düşüncesini başlattı. Bunun doğal bir tepki olup olmadığını bilemem, ancak bu tepki çok nahoş bir şekilde gösterildi ve bu tepkinin amacı taraflardan birinin bir argüman sunması, diğer tarafın da bir argüman sunması ve bu argümanların meseleyi halletmesi değildi. Hz. Muhammed (sav)'in itibarını sarsmak ve böylece İslam'ı gözden düşürmek için doğrudan O'na saldırdılar.
-İslam karşıtı nefret kelimesini kullanıyorsunuz. Şunu da sormak istiyorum; İslamofobi terimini kullanmanın kavramın kendisini meşru kıldığını belirten bazı eleştirmenler var. Bu nedenle, eğer İslamofobi kavramının üzerinde çok durursak, bu durum gerginliğe ve daha fazla çatışmaya neden olur mu?
-Evet. Fakat baş ağrınız olduğunda ve doktora gittiğinizde ona dersiniz? Bağ ağrınız olduğunu söylersiniz. Bacağınızın ağrıdığını söylemezsiniz. Adını ne koyarsanız koyun, İslam karşıtı nefret gerçek bir olgudur. Müslümanların barışçıl bir yüzleşmeden korkmamaları gerektiğini düşünüyorum. Yüzleşme çoğunlukla daha iyi bir anlayışla sonuçlanır. Benim düşünceme göre sessiz kalmak daha kötüdür. İslam karşıtı duygular, İslam karşıtı retorik ve 11 Eylül hakkındaki tartışmaların Avrupalılarda Avrupa'daki Müslümanların varlığı hakkında bir farkındalık oluşturduğunu da düşünüyorum ve bu bağlamda bu farkındalık iyi bir şey. Bunun olumsuz şekilde değil olumlu şekilde yapıldığını umuyorum. Çinli bir siyasetçi şöyle demişti, "Fareyi yakaladığı sürece kedinin beyaz ya da siyah olması önemli değildir." Bu bağlamda fareyi yakalamak insanların barış içinde yaşaması anlamına geliyor; kimse kimseyi aşağılamıyor ve kimse kendini diğerlerinden üstün görmüyor. Bu bizim için de geçerli. Müslümanlar Avrupa kültürü hakkında kötü şeyler söylememeliler. Huzurlu ve saygın bir şekilde yaşamama izin verildiği sürece ne yaptığınızla ilgili bir sorunum yok. Ben bir haçlı değilim; ben bir kültür elçisi değilim. Aynısını yapmaya beni zorlamadıkları sürece istedikleri şeyi yapabilirler. Fakat aynı hakları ve aynı saygıyı isterim. Aynı görevleri yerine getiriyorum; neden aynı haklara sahip olmayayım ki? İstediğim şey bu. Bana göre demokrasinin anlamı budur.

26 Nisan 2012 Perşembe

Âh Bu Şarkıların Kökü Kurusun!




Uzun zamandır yazmayı hayal ettiğim bir yazıydı bu. İnsanımızın ahlâki düşüşünü, inanç dünyasındaki tahribatı, maddi ve manevi  değerlerinden kopuşunu, şarkıların şahitliğinde anlatabilir miyim diye hep düşünürdüm... Bu eskimeyen şarkılarımızı ne zaman  dinlesem, gönlüme bir takım ilhamlar doğar ve kendi içimde bu sorunun cevabını arardım.

 

angi kitapları okuduğu, nelere güldüğü ve hangi tür müzik dinlediği, bir insanın karakterine dair ipuçları verirmiş. Belki bu üçlünün son  iki tanesi bir insanın ahlâkî seviyesini de göstermesi açısından son derece mühimdir.
Uzun zamandır yazmayı hayal ettiğim bir yazıydı bu. İnsanımızın ahlâki düşüşünü, inanç dünyasındaki tahribatı, maddi  ve manevi değerlerinden kopuşunu, şarkıların şahitliğinde anlatabilir miyim diye hep düşünürdüm... Bu eskimeyen  şarkılarımızı ne zaman dinlesem, gönlüme bir takım ilhamlar doğar ve kendi içimde bu sorunun cevabını arardım.
Türedi şarkıcılar kulaklarımı her tırmaladığında “Ah bu şarkıların gözü kör olsun” diyen Avni Anıl’ın serzenişini biraz haksız bulmaya  başladım.Bence bu çok erken yapılmış bir sitemdi. Günümüz şarkılarıyla kıyaslarsanız, bir âyin edasıyla dinlediğiniz o eski şarkıların  insana derûnî bir huzur verdiğini hissedersiniz. Lâkin bu gün piyasaya müzik diye sürülen “kökü kuruyasıca” saçmalıkları  Allah’tan korkmadan, kuldan utanmadan dinleyebiliyorsanız, inanın bu size ayıp olarak yeter de artar bile…
Sevdiği güzelin gül yüzüne baktığı için duyduğu pişmanlıkla “ayıplama beni” diyerek yârinden af dileyen, “ettiğim hatayı, günahımı  bağışla ey güzellik Sultanı” diyen âşıkın sâfiyetine bir nigâh edin: Ruhsârına aybette nigâh ettiğimi Gözyâşı döküp nâle vü âh ettiğimi Ey Pâdişeh-i hüsn terahhum çağıdır Affeyle ki bilmişem günah ettiğimi Peki şu çirkin nağmelerin pespâyeliği  mümkün müdür ki  aynı milletin evlatlarından sadır olsun?
Doya doya seviş benimle hadi Açık saçık konuş benimle hadi Buram buram yaseminler tüterken Alev alev tutuş benimle hadi
Bu edepsizliğe buram buram tüten yâseminler şahitlik ederken, Münir Nureddin’in nağmelerinde çılgın bir bülbülün îlân-ı aşkına  muhatap olup da “utanarak sükût eden bir gül” bulursunuz:
Dil uyur mest olarak yâr-ı dilârâ söyler Gül susar şerm ederek bülbül-i şeydâ söyler
Konuştuklarını merak edip dinlemek isterseniz onlardan “açık saçık” şeyler değil güzel bir kıssa-i aşk dinlersiniz:
Şeb-i yeldâda uzar fecre kadar kıssa-i aşk Tâ ki Mecnûn bitirir nutkunu Leylâ söyler
Bir de şu şarkıyı dinleyin Ahmet Özhan’dan:
Kapat gözlerini kimse görmesin Yalnız benim için bak yeşil yeşil Gözlerin kimseye ümit vermesin Yalnız benim için bak yeşil yeşil
Bakışında bile bir iffet olan bir güzele mukâbil, Tarkan’ın şarkısında anlatılan şu “arsız” sizi tiksindirmez mi?
Takmış koluna elin adamını. Beni orta yerimden çatlatıyor. Ağzında sakızı şişirip şişirip. Arsız arsız patlatıyor.
Severse soldan silerse sağdan inersin hobba” diyor bak bir tanesi de… Hani insan sormadan edemiyor: “Sen taksi misin?”
Ne zaman şu şarkıyı dinlese insan, içinde derin bir tahassür uyanır:
Bir bahar akşamı rastladım size Sevinçli bir telaş içindeydiniz Derinden bakınca gözlerinize Neden başınızı öne eğdiniz.
Sakın bu şarkıyla coşan hissiyatınıza kapılarak güzel bir bayanın gözlerine derinden bakmaya kalkmayın! Zira alacağınız cevapla  kendi derinliğinizde boğulabilirsiniz. Mesela şuna ne dersiniz:
Hiç bana bakma olmaz oğlan Başkasına yuvarlan
İnsanlar yuvarlanıp gidiyor ya artık, ha o, ha diğeri, zaten “hepsi bir” değil mi?
Ah dili sesi büzüşesiceler…
Bir zamanlar güzeller “bir özge can”mış. Buyurun şarkının devamını bir de benden dinleyin: Âşıklar levend olsa, Sevdâlar kemend  olsa, Birbirine bend olsa, Ele geçmez o âhu. Lâkin “yolları gözlenen, yürekten özlenen” o “ele geçmeyen” güzellerin yerine bakın neler gelmiş:
Elimi sallasam ellisi Biri gider gelir birisi Ne sanmış bu kız kendini Bulamam mı zannetti Bulurum bulurum söyle O kıza selam söyle …
Yâriyle bir kereden başka buluşamayan âşığın ettiği sitemlere ve onu en azından rüyada olsun görmeye razı oluşuna bakar mısınız;
Gelmedin bir kereden mâdâ neden? Başka hiçbir şeyle gönlüm dolmuyor... Razıyım rüyada görsem gelmesen, Aşk yanan gözlerde  gün hiç solmuyor. Uykusuz gözlerde rüya olmuyor…
Bir de şu şarkıdaki bomboş hislere bakın:
Aramazsan arama yar aramazsan arama Zaten merhem olmazsın sen benim gönül yarama”
Bu ne saçma sapan bir umursamazlıktır ki, seven hiçbir insana yakışmaz...
Âşığın içinde çırpınıp durduğu şu tereddüt hâlinin güzelliğine bakın bir de: Sevgilisine bir şey söyleyecek; ama “sarahaten”  söylemeye cesareti yok. Nazından çekinir, hiddetinden korkar. Yâri insafsızdır “ya kızar konuşmazsa!...” Fakat içindeki ıstıraba yenik  düşer ve ona ancak şunu diyebilir:
Desem ki ben seni pek çok… Sakın gücenme emi! Sakın gücenme eğer anladınsa sevdiğimi...
Şu şarkıda “hiç kimse dolduramaz kalbimdeki yerini” diyen âşıkın ayrılıktan duyduğu utancı hissedersiniz:
Söyleme bilmesinler bu aşkın bittiğini, Neden beni bırakıp terk edip gittiğini,
Bu da “sevgilisine titreyerek sarılıp” sabahı zor eden bir başka şarkıcı parçasının ayrılık sonrası hissiyatını ifadesidir. (Zannedersiniz ki iki iş ortağı ayrılıyor…)
Gideceksen eğer gelirim diyerek, Bir daha geri gelme! Elde ne varsa sende kalsın. Umurumda değil eller alsın! O kadar zararım  olsun varsın... Geri hiçbir şey verme! Bir daha geri gelme
Neymiş? Umurunda değilmiş, eller alsınmış! Hâlbuki bu heriften bir nesil önce Necmi Rıza “Hangi kitap yazıyor ben sevem eller ala! Ölürem yâr yetîmem yâr garîbem yâr” diye göz yaşı döküyordu sevdiğinin ardından. İnsanımız ne zaman bu kadar “kitapsız” kaldı ki?
Belki de insanlar gerçekten sevmiyordur. Sadece şu şarkı bile artık sevenlerin maksadının “asılmak” ya da “sarkıntılık” olduğunu ispata kâfidir:
Bana ah çektirme aşk Eline düştüm elimle Nasıl güzelsin öyle Asılı kaldım sende
(Vay asalak vay! Daha insan olamadın mı sen zigot?!)
Şimdi ben, şu soruma cevap isterim. Bu denli seven ve kıskanan bir insan hayatını günümüz çağdaşlık anlayışıyla nasıl devam ettirebilir ki?
Saçın yüzüne değse telini kıskanırım Birine söz söylesen dilini kıskanırım Kıskanırım seni ben kıskanırım kalbimden Bu nasıl aşk  Allah’ım öleceğim derdimden

Eskiden “gözlerinin rengi kadar kalbi güzel” olan “kız”ların bu gün artık “arabası var”dır, fakat “maalesef ruhu yok”tur. Zavallılar “kudur  kudur baby” şarkısını dinleyerek çoktan kudurmuştur. “Çılgın, bir günlük hevese” dönüşen sevgililerin ardından da geriye bir şarkı kalır: “Boynuma dişini taktın takalı/Kanımda dengeler değişiyor.”

Bir başka kıskançlık şarkısında âşığın temennilerini gözden geçirdiğinizde ona şu tavsiyeyi yapasınız gelir: “Kardeş siz astronot olun, gidin ayda kendinize mutlu bir uzay üssü kurup mesut ve bahtiyar bir ömür sürün. Bu dünyada size yer yok.”
Aha da size güfte:
Gözlerinin içine başka hayal girmesin! Bana ait çizgiler dikkat et silinmesin! İstersen yum gözlerini tıpkı düşünür gibi. Benden evvel başkası bakıp seni görmesin!  
Güzellerin sadece rüyalarda görüldüğü bir zamanda kim bilir rüyalar ne kadar güzeldi? Zekai Tunca’nın şarkısına inat, güzellerin sokağa düştüğü, teknolojinin nimetleriyle piyasa edildiği bu gün, hayat bile artık eskisi kadar güzel değil…
Yıldızlara baktırdım fallarda çıkmıyorsun Seni görmem imkânsız rüyalarım olmasa Pencereden bakmıyor yollara çıkmıyorsun Seni görmem imkânsız rüyalarım olmasa...
Hâlbuki İsmail YK gibi “İnternet kafeye” gidip “Facebook sayfasına” girse “Adını çılgın diye” verip “üye” olsa pek âlâ Zekâi Bey’de  internetten bir güzel bulamaz mıydı?
Bulamazdı… Çünkü “artık bu solan bahçede bülbüllere yer yok. Bir yer ki sevenler, sevilenlerden eser yok!” Herkesin yalan sevgileriyle boy gösterdiği bir podyuma dönen dünyamızda artık sevgiler ve sevgililer üç beş gün giyilip sonra çöp sepetine atılıveren  birer elbiseye dönmüştür: “Onun aşkı bana extra large… Giydim ama benim boyum kaç, benim kilom kaç, daha benim yaşım kaç.”
Eskiden “gözlerinin rengi kadar kalbi güzel” olan “kız”ların bu gün artık “arabası var”dır, fakat “maalesef ruhu yok”tur. Zavallılar “kudur  kudur baby” şarkısını dinleyerek çoktan kudurmuştur. “Çılgın, bir günlük hevese” dönüşen sevgililerin ardından da geriye bir şarkı  kalır: “Boynuma dişini taktın takalı/ Kanımda dengeler değişiyor.”
Geldiğiniz bu seviyesizliği ne kabullenebilir ne de inkâr edebilirsiniz. Ya bu şarkıları söyleyenler, dinleyenler, beğenenler bu milletin evlâdı olamaz, yahut da “Bana bir aşk masalından şarkılar söyle” isimli şarkı Türk Müziği repertuarından çıkarılmalıdır artık:
Seni sevdim diyebilsem ölürüm inan O güzel gözlere baksam eririm bir an
Şu iki şarkının sözlerini de hadi ben yorumlamayayım. Siz mukayese ediverin. Sadece güftenin zihninize getirdiği ilk düşünceler bile yeter benim için:
Üzülme sen meleğim gün olur kavuşuruz Ecel ayırsa bile mahşerde buluşuruz.
Bu da günümüz müziği:
Şeytan diyorki yanaş şuna Adını anma sataş şuna Deli kader seni karşıma çıkaracak mı bilen yok?
Alın size gönlünüzü kanatacak son bir iki şarkı daha:
Münir Nureddin’in “Söyle bana gözbebeğim, Dalım yaprağım çiçeğim” bestesinde veya Zeki Müren’in “Koklamaya kıyamam benim  güzel manolyam” nağmelerindeki, İsmet Nedim’in “Arım balım peteğim, Gülüm dalım çiçeğim” diyen bestesinde, çiçek gibi zarif insanlar arzı endam ederken, şu şarkının mısralarını yazanın hangi insani hislere sahip olabileceği sorusuna bir cevap bulabilir misiniz? Bakın insanlar sevdiklerine neler deyip bir de bunu dillerine şarkı edinebiliyormuş.
Seni çöpe atacağım, poşete yazık! Bir sigara yakacağım, ateşe yazık!
Bir cemiyette ahlâk bir kere ayağa düşmeye görsün. Ayaklar yolunu bir kere şaşırmaya görsün! Bizlerin nereden nereye geldiğini,  düştüğümüz içler acısı hâli en güzel ifade eden nağmeler de bence şu mısralarda saklıdır:
Bir eser kalmamış eski hâlinden, Yazık geçmez akçe, pula dönmüşsün! Hayâl mi gerçek mi gördüğüm bilmem? Elden ele gezen güle dönmüşsün…
Söyleyebileceğimiz son söz de şu olsa gerek:
“Maziye bir bakıver neler neler bıraktık!”

21 Nisan 2012 Cumartesi

delailül hayrat

yazılış hikayesi şöyledir:
talebelerinin sayısının on binleri bulduğu rivâyet edilen muhammed cezûlî, bir gün bir kuyu başına abdest almak için uğradı. kuyunun yanında su çekmek için kova ve ip yoktu. ne yapacağını şaşırmıştı. bir kız, onun bu hâlini yüksekçe bir yerden gördü ve ona şöyle dedi: -sen kimsin ve niye şaşırdın? muhammed cezûlî, onun kova getireceği ümîdi ile kendisini tanıttı ve hâlini bildirdi. kız bunun üzerine ona; -insanlar seni hayır ve kerâmetle överler. sen ise kuyudan su çıkarmaktan âciz kaldın ve şaşırdın,dedi ve gelip kuyuya seslendi. allahü teâlânın izni ile su, kuyudan taşıp dışarıya akmaya başladı. muhammed cezûlî abdest aldıktan sonra kıza; -sen bu kerâmete hangi amelin sebebi ile nâil oldun?" dedi. kız da; -resûl-i ekreme salevât-ı şerîfeyi çok getirmekle ve salevât okumaya devâm ederek kavuştum, diye cevap verdi. muhammed cezûlî, bu duruma hayret ederek; "acabâ hangi salevât-ı şerîfeyi okumaya devâm etsem?" diye düşünmeye başladı. o gece, bu düşünceden dolayı uyuyamadı. bu düşünce içerisinde yatakta yatarken, hanımı yatağından kalktı. en güzel elbisesini giyip, örtüsünü örtüp evden dışarı çıktı. bunu görünce, hanımının bu saatte nereye gittiğini merak ederek arkasından dışarı çıktı ve onun deniz kıyısına doğru gittiğini gördü. önünde ve ardında bir arslan ona bekçilik ediyordu. merakı daha fazla arttı. hanımı kıyıya varınca denize girdi ve yürümeye devâm etti, sonunda küçük bir adaya ulaştı. arslanlar denizin kıyısında yattılar. orada abdest alıp, namaz kılmaya başladı. ibâdetten sonra, yine su üzerinde yürüyerek kıyıya geldi. arslanlar da kalkarak, biri önde, diğeri arkada yürümeye başladılar. muhammed cezûlî daha önce eve gelip, uyuyor göründü. hanımı, eve gelip elbiselerini değiştirip, yattı. "hanım bunu her gece mi yapıyor?" diye düşünerek, üç gece onu gözetledi. hanımının her gece böyle yaptığını gördü.üçüncü gecenin sabahında, bu durumu hanımına sordu. hanımı ona; -siz, bu işe şimdi mi vâkıf oldunuz? uzun senelerdir ben böyle yapıyorum, dedi. bunun üzerine muhammed cezûlî; -acabâ, bu kerâmete ne sebeple kavuştunuz? diye sorunca, hanımı; -resûl-i ekreme salevât-ı şerîfe okumayı hiç bırakmadım. nîmete bu yüzden kavuştum,dedi. muhammed cezûlî; -devâm ettiğiniz bu salevât-ı şerîfe hangisidir? diye suâl etti. hanımı cevap vermedi. ısrâr edince; -bu gece istihâre edeyim, izin olursa, cevap veririm, dedi. sabahleyin hanımı; -açıkça söyleyeyim, haber vermeye izin yoktur. ancak salevât-ı şerîfeleri topla, onların içinde varsa, "vardır" diye haber veririm." dedi. bunun üzerine muhammed cezûlî, birçok kitaplarda bulunan salevât-ı şerîfeleri topladı ve bir kitap yazdı. hanımına, yazdığı bu kitabı okuduğu zaman, hanımı; "içinde birkaç yerde vardır." dedikten sonra; "bu kitabı okumaya devâm edenin, allahü teâlânın rahmetine kavuşacağında şüphe yoktur." dedi. muhammed cezûlî bu eserine; hayırlara deliller ve nûrların doğuşu mânâsına gelen delâil-ül-hayrât ve meşârık-ul-envâr ismini verdi.

delâil-ül-hayrât'ta toplanmış olan salevât-ı şerîfelerden bâzıları şunlardır:
"allahümme salli alâ muhammedin ve ezvâcihî ve zürriyyâtihî kemâ salleyte alâ ibrâhîme ve bârik alâ muhammedin ve ezvâcihî ve zürriyyâtihî kemâ bârekte alâ âli ibrâhîme inneke hamîdün mecîd.""allahümme salli alâ muhammedin kemâ salleyte alâ ibrâhîme ve bârik alâ muhammedin ve alâ âli muhammedin kemâ bârekte alâ ibrâhîme inneke hamîdün mecîd.""allahümme salli alâ muhammedin-in-nebiyy-il-ümmiyyi ve alâ âli muhammed.""allahümme salli alâ muhammedin ve alâ âli muhammedin kemâ salleyte alâ ibrâhîme ve alâ âli ibrâhîme inneke hamîdün mecîd. allahümme bârik alâ muhammedin ve alâ âli muhammedin kemâ bârekte alâ ibrâhîme ve alâ âli ibrâhîme inneke hamîdün mecîd. allahümme ve terahham alâ muhammedin ve alâ âli muhammedin kemâ terahhamte alâ ibrâhîme ve alâ âli ibrâhîme inneke hamîdün mecîd. allahümme ve tehannen alâ muhammedin ve alâ âli muhammedin kemâ tehannente alâ ibrâhîme ve alâ âli ibrâhîme inneke hamîdün mecîd. allahümme ve sellim alâ muhammedin ve alâ âli muhammedin kemâ sellemte alâ ibrâhîme ve alâ âli ibrâhîme inneke hamîdün mecîd.""allahümme bârik alâ muhammedin ve alâ âli muhammedin kemâ bârekte alâ ibrâhîme inneke hamîdün mecîd.""allahümme salli alâ muhammedin ve alâ âlihi ve eshâbihî ve evlâdihî ve ezvâcihî ve zürriyyetihî ve ehl-i beytihî ve eshârihî ve ensârihî ve eşyâihî ve muhibbihî ve ümmetihî ve aleynâ maahüm ecmaîne yâ erhamerrâhimîn."

17 Nisan 2012 Salı

...love knows no command...



Sometimes the sea lies before one’s eyes, but one doesn’t even dream of having a swim... Unfortunate...but it happens. Very recently, my heart touched the warm, eternal blueness of a verse in the Qur’an. While it was right before my eyes all these years, I never managed to let my heart delve in... Now, am I in the sea then? Have I delved deep enough?
Touching the eternal is, of course, eternal. And can one limit one’s share from the eternal? Even writing this piece as if it were “my discovery!” might be disrespect to the “more and more” of the concept of discovery. Of course, there is much more to discover than what has already been discovered. Nevertheless, let us share to the extent of our discovery.
Let us now delve into the eternally deep blueness of this verse together.
Here’s the address: Al-i Imran: 31
It starts with “Say...”
There is much to say about this “Say!”. To “Say!” is left to the Messenger by the Owner of the Word. Why? Because, soon after, He will invite us to follow the Messenger. But He does not invite on behalf of His Messenger; He would like the Messenger to make the call. With His Lordly kindness, He provides an example of “following”. “Say: "If you indeed love God, then follow me, so that God will love you…” He could have also said: “If you do love me, follow my Messenger, so I will love you...” In this way, there would be no need to say “Say...”
If that were the case, the call for following the Messenger would not be so explicit. The One, who left the call to the Messenger, offers an example of way of following him. In fact, God –surely – is not compelled to follow; He does not have to imply that He is a follower in the first place...
How far from one another, are the words love and compulsion! If there is compulsion, there is no love. In fact, if one is forced, they no longer love what they used to love. There is no need for compulsion and can be no mention of coercion where there is love.
In actual fact, the verse conceals the message “you don’t have to either!” as a subtle undercurrent... This is because, we soon come to understand that we as servants “are not compelled” to follow the Messenger. I am well aware that you are asking, “What on earth is this?!”
What does ‘obligation’ mean? To be obligated. What place does a word that involves ‘obligation’ or ‘force’ have before the term ‘following the Messenger’? Is it at all appropriate? Especially if the cause and result of this call to “obedience/conformity” is “love”, which cannot, under any circumstances be forced...
Let us examine the precondition of the call to follow the Messenger: “If you do love Allah...” Let us also consider the outcome: “so that God will love you…” In the verse, “following” is positioned between two loves.
How far from one another, are the words love and compulsion! If there is compulsion, there is no love. In fact, if one is forced, they no longer love what they used to love. There is no need for compulsion and can be no mention of coercion where there is love.
Deep in the adage “you cannot force goodness”, the following meaning is also hidden: “no goodness remains where there is force”. Where there is compulsion, all goodness is ruined. Goodness cannot tolerate compulsion.
Loving is an action of the heart; the heart cannot be forced, or tolerate compulsion. (Had love merely been an action of muscles, perhaps then one could have loved by force, and there could have been those who were forced to love!)
Any act that does not begin with love of God, a deed which does not hold within it expectation of God’s love does not in essence deserve to be called “sunna”, even if it matches the sunna in form.
The reason why “following” the Messenger is mentioned between two “loves” must be to remind us that the behaviors we know as “sunna” are not hollow shells, but are actions performed not with bodily muscles, but with the heart. That is to say, sunna is actualized not by the movements of muscles, but first and foremost with the movement of the heart. Any act that does not begin with love of God, a deed which does not hold within it expectation of God’s love does not in essence deserve to be called “sunna”, even if it matches the sunna in form.
Right at this point, let us reconsider the “sunna” and the “fard[1]. After all, is not fard at the very least a “sunna” since it is represented and translated into action by the Prophet, upon him be peace and blessings?
Are we invited to follow the Prophet, peace be upon him, via the threat “obey or else!”? Why would the Creator, who created our countenances out of nothing and Who increases the affection we feel for ourselves each time we look in the mirror, wait for us on a path of compulsion? However much we are content with our own existence and have no objection to even our eyelashes, are we not supposed to tread on the ‘path’ that He made for us without feeling compulsion, and not as obligation, but with complete love and readiness? Why should my Maker, who loved me even when I did not exist, who created and fashioned me in the best way , and who loved me even when I did not love myself, invite me to a path that is “unlovable”, “unnecessary”, “purposeless”, “forcible”?
Following the Messenger depends on love... Your being able to love; moreover, your love of God. “Say, if you know anyone who is more worthy of your love than God, then do not follow me...” “Say, if loving some other than God is more profitable or beneficial for you, then do not conform to me...” “Say, if it is difficult for you to love the One who created you out of nothing and fashioned you into a human being, do not abide by me...”
Again, “Say, if you love someone who does not watch over you, and never remembers you in your absence more than your Lord, Who remembers you when noone else does and chooses you as one worthy of remembrance , then do not walk in my footsteps...”
And “Say, if you deem those who did not see you as worthy of remembrance as more deserving of your love than the One who loved you even before you knew yourself, then do not walk on my path, but on theirs.”
Love is not an uphill walk; it is a flow. It is a voluntary joining. Even if by chance uphill, it is a walk taken willfully.
In short: Love is the first requisite of following the Prophet. There is no compulsion in love. Love cannot be forced. Love is not an uphill walk; it is a flow. It is a voluntary joining. Even if by chance uphill, it is a walk taken willfully. One does not get tired by loving. Through love, one is revived, and revives. Nobody can be expected to love by force. Thus, no action of the sunna whatsoever is ‘forced’.
Each call for others to follow contains a second question: “What will happen when I follow? Where will I end up if I walk in His footsteps? What will I gain through walking with Him?
Our Lord’s answer is very familiar and endearing: “Being loved.” “Say: "If you indeed love God, then follow me, so that God will love you…” That is, “Say, if you will gain more by being loved by someone other than God, it is not necessary that you follow me.” Again, “Say, if someone else’s loving you will save you from nothingness, from nonexistence, then do not follow in my footsteps...” And, “Say, if being loved by someone other than God will rescue you from the grave in the days to come, where no one will remember and revere you, where everyone will become accustomed to your absence, forget you, and forget that they have forgotten you, it is not necessary that you pursue my trail...”
And what is more... “Say, if it is someone other than God who does not cut-off your sustenance, and who does not disgrace you to others although He knows all your shortcomings, you can do without following me...” How meaningful it is that the last part of the verse takes being loved by God to the peak of description: “May God love you so much as to forgive, en masse, all your sins and failings, ignoring them, as it were.
It is for this reason that –contrary to common belief – God does not have “commands and prohibitions”. In other words, God does not “bombard us with commands” in the sense that we are used to. It would be an injustice to God’s commands and prohibitions to approach them like a military “pecking order.”
Where there is love, there is no need for commands or prohibitions... Only those undeserving of love bombard others with commands. Only the unloved and unloving are compulsorily and forcibly obeyed.
At no point of sunna, which begins with love and ends with love, is there ‘prohibition’; there is, instead, haram.
At no point of sunna, which begins with love and ends with love, is there ‘prohibition’; there is, instead, haram. The word "haram" derives from the word “hurma” (reverence). Therefore, believers’ “prohibition” emanates from their ‘reverence’. The sunna does not contain arbitrary or high-handed prohibition. Reverence always has a purpose. A person cannot honor one they do not love. They honor those they love and those from whom they expect love. They demand or prohibit certain things to themselves for the sake of their loved one. This prohibition is not from an external source, but comes from within.
Similarly, we cannot translate the word fard as “obligatory.” There is no room for free-will in obligation; there is free-will in fard. Whoever lives with God, honors Him, venerates Him, avoids doing what He tells them not to do, does not go where He tells them not to go, does not eat what He tells them not to eat. Every deed pertaining to haram and commandments, and every person and everything that is part of this relationship is the visible aspect of obedience to God.
Let us remember: Angels and Satan were tested with prostrating before Adam – not before God. Their obedience to God was tested through their obedience to Adam. Angels obeyed immediately, without hesitation or question. Satan, on the other hand, looked for justification, because doing something for God’s sake was not in question for him. He began to writhe in discomfort, with his “Yes, but...” sentence beginnings. He dared to say, “Yes, but I am made out of fire, Adam is of earth...” “Fire is superior to earth; fire does not bow down to earth,” he said. One excuse followed another. The issue, however, was not Adam who was made of earth – being of earth or fire did not matter. The issue was prostrating to Adam. The faith of the angels allowed them to see the sake of God within the earth of which Adam was created, while Satan saw nothing more than clay. Those who are thus so blind can only understand dry commands and prohibitions. There is no room for their heart in their obedience. With such blindness, could Satan have bowed down to Adam had Adam been of fire and him of earth? Absolutely not! Or, could he have been considered as having fittingly obeyed if he prostrated because he was created of earth, and Adam of fire? No! Because there would not have been reverence to God in this state either.
All kinds of obedience detached from love violate the courtesy of “following”. Therefore, sunna is as magnificent as loving most the One who most deserves being loved.
For instance, a believer does not eat pork; this is considered haram. A believer tries to be modestly dressed; this is Divine injunction. When having to deal with pork, the believer holds in the greatest esteem the sake of God, Who says “do not eat the meat of swine.” The pig is not of concern. A believer’s obedience is not contingent upon the scientific explanations pertaining to the harmful aspects of pig meat. When she covers her hair and chooses not to display her beauty outwardly, she considers and regards the sake of the One who bestows her hair as an ‘adornment’ before considering her hair per se. The veiling of one who ‘sees’ God, is conscious and voluntary, not forced. That is to say, more than merely covering the skin, veiling encompasses strong belief to the extent that one seeks and perceives the sake of God. As for having such awareness, this does not have a specific form or style; being aware of and seeking the sake of God is not something that can be debated, cut and measured, and sewn like the headscarf itself. A believer refrains from eating and drinking for the sake of God. They are veiled, and thus concealed for His sake. This is why veiling is decreed for “believing men and believing women.” Those who believe that they are seen by God consider their gaze, their hair and their skin each an adornment.
They do not receive orders, but know true value and deem something a command upon themselves.  They do not take heed of prohibitions, but hold in high esteem and forbid something to themselves.
All kinds of obedience detached from love violate the courtesy of “following”. Therefore, sunna is as magnificent as loving most the One who most deserves being loved. All forms of ‘following’ without love violate human free-will. Sunna is a heart-felt consideration which only those who know they are loved are aware of.

senai demirci...

"seven"in tasvire ihtiyacı yok.


Onu tek bir bakışın biçimlendirmesine, tanımlamasına izin verilmemiş olması (ve genel olarak suret yasağı) bu sayede onu herkes için kendi bakışında biricik hale getiriyor.
Yıllar önce, bana Kur’ân’ı Kerîm okumayı öğreten hocamın etrafına halka olmuş, Efendimiz’in çocukluğunu konuşuyorduk. Hocam, küçük Hazreti Muhammed (sav)’in yaşadığı zorlukları anlatırken yüzünde öylesine duygulu, şefkat dolu bir ifade belirmişti ki! O gün anladım: En Sevgili’nin “mahrem” yüzü onu seven herkesin yüzünde aşikâr oluyordu. Her âşıkta, güzel Efendimiz (sav)’in nurlu çehresi tecelli ediyordu. Bir şeyi daha anladım o gün hocamın anlattıklarını (Allah ondan razı olsun) hayranlıkla dinlerken: Seven kalbin tasvire ihtiyacı kalmıyordu. Tahayyül etmesi yeterliydi.
Müslümanlığı pek bilmeyenlerin sık sık merak ettiği şey tam da budur işte: “Yüz yıllar önce ölmüş gitmiş birini nasıl sevebilirsiniz?” İslam’ın kalbinde soluk almayanlarla ve özellikle de Hazreti Muhammed (sav) hakkında kulaktan dolma bilgilerle ve önyargılarla yetinenlerle paylaşılabilecek en sahici şeyin Efendimiz’e duyduğumuz aşkla, sevgiyle dolu böyle yüzler olduğunu düşünüyorum. Aşk’ın en açık delili seven yüzler değil midir?..
Hakikatin geçmiş ve gelecek zamanı olmayacağını, tüm zamanları kuşattığını hissettirmenin yolu, seven yüzün hakikatidir. Sevgili olmaya devam etmek; mecazi aşkların geçiciliğini idrak etmekle mümkündür çünkü. İşte bu, sevginin ilahi niteliğine açıyor kalplerimizi. Varlığın Efendisi (sav)’nin güzelliğini sadece dünyevi –ve nazari- tanımlarla ifade etmek bu yüzden imkânsızdır. Bu çok indirgemeci bir tanım olurdu.
Efendimiz (sav)’in yaratılmışlar içerisinde zirvedeki güzelliği bu anlamda onu sevenlerin ona kattığı güzellikle tamamlanır. Ona yolladığımız salat ve selamlarla Allah’ın ona vaat ettiği Makam-ı Mahmud’u lütfetmesi için dua ederiz. Böylelikle Efendimiz (sav)’e duyduğumuz sevgi düşüncelerden ve akıldan dile, dilden kalbe dikey bir eksenle derinlerimize işler.
Onu sevmenin zevkine vardıkça bir müjde taşırız başkalarına. Henüz onu tanımayanlara, bilmeyenlere. Onlara sonsuz zevki, mecazi olmayan aşkı işaret ederiz. Efendimiz (sav) bu yüzlerde canlıdır, bu kalplerde canlıdır. Böylelikle kalpten kalbe geçeriz, yüzden yüze, dilden dile geçeriz. Kesintisiz bir biçimde yayarız, yaydıkça yaşatırız sevgimizi. Seven ve sevilen oluruz. Her şey “âlemlere rahmet olarak gönderilen” Efendimiz (sav)’le başlıyor ve O’nunla nihayete eriyorsa, biz de her şeyle her şey arasındaki bağı böyle kurarız. Bizi ilahi ipe sıkı sıkı bağlayan bir bağlılıktır bu aynı zamanda.
Müminlerin seven yüzlerine bazen sadece bakmak, o yüzlerdeki nuru izlemek bile insana açık bir tebliğ olur.
Efendimiz (sav)’in örtülü yüzü, bizim en mahrem sevgimizi de temsil eder. Her birimizde başka bir yüzüdür belki “görünen.” Onu tek bir bakışın biçimlendirmesine, tanımlamasına izin verilmemiş olması (ve genel olarak suret yasağı) bu sayede onu herkes için kendi bakışında biricik hale getiriyor.
Müminlerin seven yüzlerine bazen sadece bakmak, o yüzlerdeki nuru izlemek bile insana açık bir tebliğ olur. Ki katı kalplerin yumuşaması, uzak kalplerin ısındırılması tebliğle mümkün ancak. Tebliğ olmadan, başka bir deyişle insanlar birbirleriyle kalplerinden bitiştirilmeden fetih değil işgal oluyor hep. “Ve kalplerinin arasını sevgi ile birleştirdi. Yoksa yeryüzünde ne varsa hepsini harcasaydın, yine onların kalplerini birleştiremezdin. Fakat Allah, onların arasını sevgi ile birleştirdi...” (el-Enfal, 8/63) ayet-i kerimesinde bu nazarla da bir anlam katmanı “okumak” mümkün olabilir.
Peki ya Efendimiz (sav)’i sahiden görenler? Sahabenin tanıklığı? Yahudi âlimlerinden Abdullah bin Selam’ın (ra) daha görür görmez, onun için “bu yüz yalan söylemez” demesi mesela, müthiş bir tanıklık bırakmıştır bizlere. Medine Yahudilerinin ileri gelenlerinden ve meşhur âlimlerindendi. Adı Husayn iken, Müslüman olunca Rasûlullah (sav), onun adını Abdullah olarak değiştirmişti. Tevrat’ı ve tefsirini Yahudi âlimlerinden olan babasından öğrenmişti. Efendimiz (sav)’in Mekke’de peygamberliğini açıkladığını duymuş, Medine’ye geldiği gün halkın arasına karışmıştı. Ve O’nun mübarek yüzünü görür görmez işte böyle demişti: “Bu yüz yalan söylemez!” Bugün ilk karşılaşma anında bu kadar net bir teslimiyet yaşadığımız kaç yüz vardır?
Hazreti Aişe annemiz (r.anha) bir gün iğnesini kaybeder. Arayıp buamayınca ışık tutar ama yine bulamaz. Sonra Hazreti Peygamber (sav) gelir. Ve O’nun yüzünün nuruyla ortalık aydınlanınca Aişe iğnesini bulur. Bunun üzerine gülümser. Efendimiz (sav) onun neden güldüğünü sorar ve öğrenince şöyle der: “Kıyamette de böyle olacak. O gün beni göremeyeceklere yazık.” Hazreti Aişe ona “kıyamette seni kimler göremeyecek” diye sorar. “Yanında benim ismim anılıp da selavatı şerife okumayanlar benim yüzümü göremeyecek” diye buyurur Efendimiz. “Allahümme Salli Ala Seyyidina ve Nebiyyina Muhammed...” Kuşkusuz buradaki “görmek”ten kasıt fiziki bir görmekle sınırlı değildir bizler için.
Rasûlullah (sav) ile devamlı beraber olanlar arasında onun mübarek yüzünü bir başka “görme” biçimi daha vardı. O da O’na bakmamakla gerçekleşiyordu. Şöyle ki, edeblerinden dolayı O’nun nur cemâlini doyasıya seyredebilenler pek azdı. İmam Kurtubî, “Rasûlullah’ın hüsn-i cemali tamâmen zâhir olmamıştır. Eğer O’nun bütün güzellikleri olanca hakikati ile gösterilmiş olsaydı ashabı ona bakmaya takat getiremezdi” diyerek bu mahcubiyetin doğasını da aralamıştır bize.
Nitekim gerçekte olanlar da bunu doğruluyor. Efendimiz (sav)’le sohbet halindeyken Hazret-i Ebû Bekir ve Hazret-i Ömer (ra) dışındaki ashabın hep önlerine baktıkları, Rasûlullah (sav)’la sadece bu iki sahabenin göz göze gelebildikleri rivayet ediliyor. Onlar Muhterem Efendimiz’e bakıp tebessüm ederler, O da onlara iltifat edip tebessümde bulunurdu. (Tirmizî, Menâkıb, 16/3668) Bu durumu Amr bin Âs (r.anha) şöyle dile getirir:
“Efendimiz’le uzun zaman birlikte bulundum. Fakat O’nun huzurunda duyduğum hayâ hissi ve O’na karşı beslediğim tâzim duygusu sebebiyle başımı kaldırıp da doya doya mübarek ve nurlu yüzlerini seyredemedim. Eğer bugün bana ‘Bize Rasûlullâh’ı tavsîf et, O’nu anlat’ deseler, inanın anlatamam.” (Müslim, Îmân, 192) Sahiden de çağlar boyu hep söylenildiği gibi “Allâh Rasûlü’nün sûret ve sîret mükemmelliğini lâyıkıyla ifâde edebilmek mümkün değildir.”
Cabir bin Semüre (ra) ise şöyle demiştir: “Bir mehtaplı gecede âlemin güneşi Efendimiz’i gördüm. Üzerlerinde kırmızı alacadan bir elbise vardı. Nurlu yüzü ile aydan hangisinin güzelliği daha fazla diye bir kere Resulullah’ın nurlu yüzüne, bir kere de ayın yüzüne bakmaya başladım. Allah’a yemin ederim ki benim yanımda Nebiyy-i Muhterem Hazretleri’nin saadetli yüzü aydan daha güzeldi.”
Tasvirlerin ilahi aşkı ifade etmekte ne kadar yetersiz kaldığının bir örneği daha işte. Seven kalp böyle değil midir hep? Kendi ölçülerini ve kıstaslarını ortaya koyarak tahayyülümüze dayandırır. Leyla’nın Mecnun’a “güzeller güzeli” görünmesi de bununla ilgili. İşte bu “bakış”, çok kıymetli bir ipucu taşıyor peygamber sevgisinin iç yüzünü merak edenler için.
Peygamber Efendimizi (sav)  Hicret sırasında çadırını ziyaret ettiği Ümmü Mabed isimli biri tanımamıştır. Ancak anlatılanlarda, O’nu tanıyan kocasına, onu şöyle tarif etmiştir: “Aydın yüzlü ve güzel yaradılışlı idi; zayıf ve ince de değildi. Gözlerinin siyahı ve beyazı birbirinden iyice ayrılmıştı. Saçı ile kirpik ve bıyıkları gümrahtı. Sesi kalındı. Sustuğu zaman vakarlı, konuştuğu zaman da heybetli idi. Uzaktan bakıldığında insanların en güzeli ve en sevimlisi görünümündeydi; yakından bakıldığında da tatlı ve hoş bir görünüşü vardı. Çok tatlı konuşuyordu. Orta boylu idi; bakan kimse ne kısa ne de uzun olduğunu hissederdi. Üç kişinin arasında en güzel görüneni ve nur yüzlü olanıydı. Arkadaşları, ortalarına almış durumda hep O’nu dinlerler; buyurduğu zaman da hemen buyruğunu yerine getirirlerdi. Konuşması tok ve kararlı idi.”
Tüm bu tanıklıkların, Müslümanlığı bilmeyenler açısından çok kıymetli olduğunu düşünüyorum. Çünkü içinde sadakati, vefayı, tevazuyu, bağlılığı, hürmeti, had ve hudud bilmeyi, mahremiyeti barındırıyor bu sevgi. İnsanlığın en güzel örneği olan ve tüm peygamberlerin hakikatini kendisinde cem eden Rasûllullah’ı (sav) putlaştırmadan sevmeyi ve örnek almayı ilham ediyor. Müminlerin bu ortak ilhamı, her sevenin kalbine Efendimiz (sav)’e dair kendi biricik tahayyülünü yerleştiriyor.
Mümin yüzlerdeki Peygamber aşkına tanık oldukça hep şunu düşünürüm: Sevenin bir başka kimliğe ihtiyacı yoktur sevgili olmaktan başka. Efendimiz (sav), O’nu her sevenle güzelleşmeye kıyamete dek devam ediyor.